Aralık 18, 2012

Terspektif

   Küçük bir değişikliktir bazen nefes almak; değerli gibi gözükmeyen aslında paha dahi biçemeyeceğim... Tamamlayamadığım iki gün bile bana yetti. Şimdi her an kendime soruyorum, acaba biz yaşıyor muyuz? Sabah gözlerimi yeni bir güne hatta dünyaya açıyorum, çünkü hiçbir şey 1 dakika öncesi gibi olmuyor ki, koskoca bir geceyi geride bırakmışken güne telaşla aydınlanıyoruz. Hatta bazılarımız karanlığa gözlerini açıyor; devamı iş telaşı, karın doyurmak derken akşam oluyor... yine aynı şekilde trafik yoğunluk güç bela evimize varıyoruz. Değer mi? Belki değer, çünkü bir yerde hayatımızı kazanmak yatıyor. Çalışmalıyız, para kazanmalıyız ve sonuç olarak yaşamalıyız... Peki nasıl yaşadığımızı hiç sorguladınız mı? Her profilden, her yaştan insanla tanışıyorum, görüyorum ve gözlemliyorum, fakat herkes hemen hemen aynı... Kısacası aynı şehirde yaşayan insanların birbirinden hiç farkı yok. Dışarıdan bakınca ancak değişikliği görebiliyorsun. Üçüncü bir göz olmak çok başka. İstanbul'a hiç bu açıdan bakamamışım meğer, İstanbul'da doğmamış olmama rağmen hep bir yanım bu şehre bağlı olarak büyüdüm. Tamamen sıyrılıp, farklı insanların yanında farklı yerden, farklı perspektiften bakmak asıl uçurumu gösteriyor. Şikayetim var mı? Kısmen var, kısmen yok... İstanbul'un nimetleri yadsınamaz derecede çok, fakat bizden alıp götürdükleri, verdiklerini sollamakla kalmaz adeta ezer geçer. Seni seviyorum İstanbul, ama bazen cidden yaşanmaz oluyorsun. İsyanım sana değil, teknolojiye, değişime, sürekli değişikliğe... Teknoloji her daim çözüm değil işte, sana yetmiyor ne yazık ki. Sevgiler...

Ekim 28, 2012

Send'room 3


Not: şarkı sözlerine tıklayın ve çalan müziği dinlerken yazıyı okuyun, teşekkürler!



   Nubuk derisinden vizon rengindeki koltuğuna yaslanırken taş plaktan yükselen sesi zihninin derinliklerine hapsediyordu. Kırmızı şarabından bir yudum aldı ve koltuğuna iyice gömüldü…


   Gerçekten kimseye hiçbir şikayeti yoktu. En sıkıntılı olduğu zamanlarda bile derdini kimseye anlatmazdı. Arkadaşlarına sorsan dertsiz tasasız biri diye anlatırdı onu. Boğaz ışıklarını gören penceresinin önünde oturup düşünmekten başka kimseye zararı yoktu. Sadece kendi haline ağlıyordu, tıpkı şimdi yaptığı gibi… İri gözlerini tavana dikti. Oymalı kartonpiyerleri gözleriyle süzerken 1930’lara gitti adeta, ruhu eskiydi. Tepeye doğru bakarken boğazında düğümlenen duyguyu bastırmaya çalışıyordu, sanki yutkununca geri gidecekmiş gibi. Yanıldığını farkederek hıçkırıklarını özgür bıraktı…
   Çevresi çok kalabalıktı. Fakat o, kalabalığın arasında yalnızlığı oynuyordu. “bu da geçecek” diyerek göz yaşlarını dindirmeye çalıştı, iki elini ağzına kapattı sanki öyle yapınca hıçkırıkları susacakmış gibi geliyordu. Elleri simsiyah, belli ki iri gözlerindeki rimeller akmıştı. Lanet olsun, diye geçirdi aklından. Yorgunluk, sinir harbi derken ağlayarak rahatlamış ve koltuğun üzerinde uyuyakalmıştı.
   Nubuk, vizon rengi koltuğunun ucunda ayağını uzattığı bir de puf yer alıyordu. Gözlerini araladı, mavi çizgili gömleğiyle pufun üzerinde biri oturuyordu. Hayal, dedi ve tekrar gözlerini kapattı. Fakat zihni uyanmıştı, ufak bir çığlıkla yerinden irkildi.
   “sshhh, sakin ol güzelim. Benim, buradayım…”
   Kızıl tonlu sarışın tam karşısında, ayaklarının ucunda oturuyordu. Mavi gömleğinin içinde hafif kaslı vücudu yine dikkat çekiciydi. Henüz uyanmış olmanın verdiği aptallıkla içeri nasıl girdiğini düşünüyordu. Acaba uykusunda çalan kapıyı mı açmıştı? Bu soruyu ona sormak aklına bile gelmiyordu.
   “sen anahtar kutunu hiç kontrol etmez misin?” derken adam, elini parmak ucundaki anahtarı gösterecek şekilde havaya kaldırdı. Yedek anahtarı ondaydı!
   “inanmıyorum, anahtarlarım ne zamandan beri sende! Bu yaptığın haneye tecavüz resmen, seni polise ihbar edebileceğimi biliyorsun değil mi?” Ahh, bu aralar insanları ne kadar çok polise şikayet ediyordu.
   “evet, biliyorum ama bunu yapamazsın tatlım.” Kontrol manyağı yine mikrofonu eline almıştı.
   “evimden defolur musun?”
   “tabiki, ama önce neden ağladığını bilmem gerekiyor.”
   “senin için ağlamıyorum emin olabilirsin! Üstelik sanane!”
   “elbette banane, ama konu sen olunca beni yeterince ilgilendiriyor” daha bugün seni hayal kırıklığına uğratmak istemezdim, diyen adam şimdi karşısına geçmiş neler söylüyordu. Adamın sakin hali gözlerinin biraz daha irileşmesine sebep oldu.
   “bana baksana sen! Daha bugün bana neler söylüyordun, şimdi ise bir hırsız gibi evime girip neden ağladığımı soruyorsun. Manyak mısın? Egoist misin? Her ne isen lütfen evimden çık git, rahat bırak beni!”
   Bu sözler adamın sakin halini rahatsız ederek oturduğu yerden doğrulmasına sebep oldu. Hafif dolgun dudaklarını ısırırken karşısındaki iri gözleri süzüyor, söylediklerinin doğruluğunu tartıyordu. Öne doğru eğildi, aralarındaki elektrik yine harekete geçmiş, kız donup kalmıştı. Karşı koymak istiyor fakat bedeni kıpırdamasına engel oluyordu. Derken çok değil henüz 10 saat öncesini berbat eden adam dudaklarına yumuşak bir öpücük kondurdu. Adam geri çekildi, iri gözlerin şimdi ne anlattığını görmek istiyordu. Keşke aklından geçenleri okuyabilsem, diye geçirdi içinden. Alev alev yanan iri gözler kızgınlıktan iyice açılmıştı, bu durum daha çok hoşuna gitti…
   “en sevdiğim taş plak şarkısı, zevklerimizin bu kadar benzediğini bilmiyordum” derken oturduğu yerden kalktı.
   İri gözleriyle sorgular gibi adama bakarken taş plak dinliyor musun ki, diye geçirdi içinden. Sonuç olarak karşısındaki adam anı yaşıyordu, eskilerden ne anlardı…
   “bir cevap verebilirsin güzelim, iyi ya da kötü. Konuş lütfen benimle, ne düşündüğünü bilmek istiyorum” derken eliyle kızın elini kavradı ve dans etmeleri için ayağa kaldırdı. Bedenini bedenine bastırdı...
   Kız, her şeyiyle geri çekilmek istiyordu fakat yapamıyordu, bunu yapmaya gücü yoktu. Temiz çamaşırları ve o enfes kokusu yine burnundaydı. Bu adamda ne vardı ki böyle, anlam veremeyerek derin bir nefes aldı. Ona karşı koyamadığı için kendini suçluyor, suçunu hafifletecek bir neden arıyordu. Ve aradığını buldu…  
   Kandırılmıştı evet, karşısındaki de kandırılıyordu… Dudakları, aklından geçenin verdiği hazla gerilirken birden içini bir rahatlama kapladı, evet sonunda aklını kaçırıyordu...

Ekim 26, 2012

Send'room 2

   Esmer dağınık saçları ve ten rengini tamamlayan griye çalan mavi gözleriyle ona bakıyordu. Kusursuz bakışlar, diye içinden geçirdi bir an...
   “Prensip olarak mesai saatlerinde içmiyorum” dedi.
   “Haklısın, kabalık ettim bir kadeh lütfen!”
   Kadehi granit barın üstüne koydu ve şarap şişesini ustaca açarak kan rengi şarabı kadehe doldurdu. Yüksek girişli, ilk bakışta mahzeni andıran şarap evi hoş ve loş aydınlatmalarla insanı daha da çekici kılıyordu. Karşısında duran adam ünü Türkiye sınırlarını aşmış bir piyanistti. Farklı hobileri olan insanlar her zaman ilgisini çekiyordu. Fakat bu adamda olmayan, ona uymayan bir şey vardı. O da ısrarı...
   Hizmet veren bir yerde çalışıyorsan üstelik burası bir bar ya da restoransa kim, hangi periyotlarda, hangi günlerde kiminle ya da kimlerle geliyor ister istemez biliyorsun. Piyanist, haftanın 2 günü kumral uzun saçlı, yeşil gözlü, ince uzun yapılı kısacası manken gibi bir bayanla gelir, bir kaç saat oturur ve 23:30 gibi barı terk ederdi. En sinir olduğu durum ise yanında bayan olan erkeklerin tüm çapkınlıklarıyla kendisine bakış atıyor olmasıydı. Fakat bu piyanist o en nefret ettiği davranışı yapmıyor, onun haricinde haftanın 2 günü yalnız gelerek barda tek başına olmayı tercih ediyordu. Zaten bu, hepsinden daha sinir bozucuydu. O akşam piyanist yine yalnız gelmişti ve işini yapmasına engel oluyordu. İranlı genlerinden aldığı iri gözleriyle sert bir bakış atarak “rahatsız etme!” demek istedi. Aslında bu kadar ısrarcı olmasa piyanist, ilgisini çekebilirdi. Fakat ne yazık ki ısrarcı tipler yer yüzündeki eşsiz yakışıklı olsa bile onun gözünde bir hiçti...
   Çalıştığı şarap evi butik bir iştelme olduğu için 24:00’te kapanıyor, o da 00:30 gibi işlerini tamamlayıp evine gidiyordu. Barı temizledi, kadehleri teker teker dizdi ve paydos vakti geldi. Siyah önlüğünü çıkarıp beyaz gömleğini dikkatle astıktan sonra pudra rengi altın düğmeli ipek gömleğini ilikledi. Esmer tenine bu renk çok yakışıyordu. Postacı tipi çantasını omzundan geçirdi ve kapıyı açtı.
   Kapının hemen solundaki ahşap taburede oturmuş, sigarasından son bir nefes alan piyanisti gördü, görmezlikten geldi. Kuledibine çıkmak için biraz yokuş yürümesi gerekiyordu, adımlarını yokuşa yöneltti.
   “seni bekledim...” çatallı, karizmatik bir ses tonu onu durdurmuştu.
   “farkındayım!”dedi sert bir sesle, o yumuşak tınısından eser yoktu.
   “o zaman neden beni görmezlikten geliyorsun?”
   “öyle gerekiyor”
   “öyle mi gerekiyor, neden?”
   Döndü, bir açıklama bekleyen soruyla karşı karşıya kalmıştı. Aslında bir açıklama yapmasına gerek bile yoktu...
   “haftanın 2 günü buraya gelirken kim sana eşlik ediyorsa onun yanında olman gerekmez mi?”
   Piyanist, hem iğneleyici hem de alaycı olan bu soru karışımı cevaba hazırlıksız yakalanmıştı. Aptal, bir an için kıskanıldığını zannetti.
   “gerekir mi? Bence gerekmez...”
   Tekrar döndü ve yokuşu çıkmaya başladı. Arkasından gelen adımları duyuyordu. Piyanist her zamanki gibi ısrarcı ve küstahtı. Kuledibine gelince durdu ve “polis çağırmamı istemiyorsan beni takip etmeyi bırakırsın!” dedi. Kuledibi o saatte kalabalıktı. Yanından gelen geçen insanlar onun bir sapıkla başının dertte olduğunu rahatlıkla düşünebilirdi. Fakat ne yazık ki piyanist ünlü biriydi. Kimse ona kolayca “sapık” damgası yapıştıramazdı.
   Omuzlarına uzanan dolgun saçlarını savurdu ve Cihangir’deki evine doğru İstiklal boyunca yol aldı. Piyanist ne kadar salaktı, kız arkadaşı onu aynı barda gelmediği günler bir başkasıyla aldatıyordu. Gerçi piyanist de o kumral güzeli kendisiyle aldatıyordu. Ne samimiyetsiz, diye geçirdi içinden ve bir kez daha iğrendi...

Devamı; Send'room 3

Ekim 25, 2012

Send'room


   Koyu kestane, omuzlarına uzanan saçları güneşte kızıllaşmış bir şekilde parlıyordu. Dağınık bıraktığı tutamlarının arasında yuvarlak yüzü iyice kaybolmuştu. Kahverengi iri gözleri, kenarlarına çektiği siyah kalemle puslu ve çekici bir hal alıyordu. Kırmızı dudakları iri gözlerinin altında iyice gölgelenmişti. Yüzüne baktığında insanı tekrar kendine çeken bir ifadesi vardı. Yapamıyorum, kendimi ondan alamıyorum... derken göğüsünü titreten dumanı içine çekti. Son moda kolunun iki katı büyüklüğündeki saatine baktı, pahalı olduğu her halinden belliydi. Zaman ne kadar çabuk geçiyor, diye geçirdi içinden. Hem gitmek istiyordu hemde gitmemek için elinden geldiğince oyalanıyordu. Peki bu çelişki neden? Uzaklaşmalıydı, ona zarar vereceğini bile bile kendini alamamıştı. Siyah paketindeki sigaralara baktı, bugün yeterince içmişti.
   “Seni evine bıraksam iyi olacak, işe geç kalacaksın...” dedi. Cevap alamadı. Karşısındaki iri gözler umarsızca ona bakıyordu. Bu durum söyleyeceklerini daha da zorlaştırıyordu. O gözler karşısında söylemek istediklerini nasıl dile getirebilirdi ki... Cesaretini topladı, “bak, seni hayal kırıklığına uğratmak istemezdim, fakat, biliyorum yanlıştı hiç yaklaşmamalıydım sana, en baştan uzak olmalıydım” kelimelerini toparlayamıyor yarım yamalak birşeyler geveliyordu derken zaten söylediği tek cümle ile onu çileden çıkarmayı başarmıştı. Hayal kırıklığına uğratmak...
   “Hayal kırıklığına uğramak mı?” ince tınıları olan o yumuşak ses birden sertleşmişti, “karşıdan baktığın zaman cidden öyle mi gözüküyorum? Sen tam bir budalasın! Yüksek egolarının altında ezilen bir ahmak! Bana baksana, sen önüne gelen her kızı yatağına atmak için bu kadar para harcarmısın? Ahh ne kadar yazık, beni hayal kırıklığına uğratamadığın için senin adına üzgünüm.” Ayağa kalktı, tam gidiyordu ki, “unutmadan, kız arkadaşına selam söyle benden, erkek arkadaşını bu kadar pahalı oyuncaklarıyla işgal etmek istemezdim!”
   Kız arkadaşına selam söylemek mi? Eski kız arkadaşına geri döndüğünü nereden biliyordu? Emin adımlarla arkasını dönüp giden o kızın arkasından donup kalmıştı. Aslında haklıydı, eski kız arkadaşını tekrar hayatına sokan güçsüz bir budalaydı! Yüksek egolarıyla beraber oradan buradan yatağını süsleyecek beden arayan bir ahmaktı! Birini daha hayal kırıklığına uğratamadığı gerçeğinin altında ezilen bir zavallıydı. Peki neden bu kadar şaşırmıştı? Oysa o da hepsi gibi sıradan bir kız değilmiydi? Telefonu çalıyor fakat o hiçbir şey duymuyordu, derken nihayet fark etti ve “Ne var?”, telefondaki eski ve henüz barıştığı kız arkadaşıydı.
   “Ne, ne var??”
   “Pardon, çalışıyordum. Bir şey mi oldu?”
   “Akşam Ayşen’in doğumgününü kutluyoruz, 7’de evde ol!”
   Herhangi bir veda yada onaylama sözcüğü olmaksızın telefonu kapadı.
   
   Mesai saati başlamıştı. Galata’nın taşlı yollarını hızlı adımlarla yürürken bir yandan da hayatına bulaşan gösteriş budalası kızıl tonlu sarışın, uzun boylu ve ince yapılı olan çocuğu düşünüyordu. Onunla barmaid’lik yaptığı şarapevinde tanışmıştı. Aslında çocuk gelip onunla tanışmıştı. Defalarca ilgisini görmezlikten gelip işini yapmaya devam ediyordu. Fakat o her seferinde bir yolunu bulup dikkatini çekmeyi başarıyordu. Çok güzel bir yüzü olmasa da dayanılmaz bir cazibesi vardı. Nazik, yumuşak davranışlı kısacası bir bayana nasıl davranılması gerektiğini biliyor ve bunu ustaca yapıyordu. Gizemli, kendisini ona iten anlayamadığı bir elektrik vardı. Oysa genel olarak baktığında tipi bile sayılmazdı.
   İri gözlerindeki rimel biraz akmış, yüzü de solgun görünüyordu. Saçlarını topladı, makyajını tazeledi. Yeni ütülenmiş beyaz gömleğini dikkatlice ilikledikten sonra siyah önlüğünü bağladı ve barın arkasındaki yerini aldı. Barmaid’liği sadece işi öğrenmek için yapıyordu. Hayalinde dünyanın dört bir yanından ithal ettiği şarapları derleyeceği, sadece şarap ve peynirin menüde yer alacağı butik bir işletme açmak vardı. Bunu en iyi şekilde yapabilmek için de işin mutfağına girmeyi tercih etmişti. Ailesi yeterince varlıklıydı fakat o, bu gücü kullanmak yerine kendi ayakları üzerinde durmak istiyordu. Kısacası, onu barın arkasında gören çok yanlış tanıyordu. 
   Gelen siparişlere göre kadehleri doldururken gündüz yaşadığı ve anlam veremediği olayı aklından temizlemeye çalışıyordu. Gerçi anlam vermeye de çalışmıyordu, erkek milleti dedi ve işin içinden çıktı.
“..... şişe ve iki kadeh lütfen!”
Ses tuhaf bir biçimde tanıdık geliyordu. İstenilen şişe çok özel ve sadece bu şarap evine has 2000 yılına ait bir kırmızıydı. Ve bunu sadece bir kişi içerdi. Kadehi barın diğer yanında duran müşterinin önüne koydu ve bir el kadehinin üzerindeki elini kavradı.
“Bana eşlik eder misin?”

Devamı; Send'room 2

Ekim 16, 2012

Dogdugum Güne Ithafen...

"Bir varmış bir yokmuş.. Bundan 25 sene evvel çırpı gibi çirkin mi çirkin bir kız çocuğu dünyaya gelmiş. Bu kız çocuğu o kadar zayıfmış ki anne babası, anneannesi - babaannesi, teyzesi - halası hatta dayısı kısacası etraftaki herkes ona "yaşamaz bu çocuk, 2 güne kalmaz ölür..." gözüyle bakıyorlarmış. Çok zor bir doğum gerçekleşmiş, anne o kadar kan kaybediyormuş ki hani canı gitti gidecek derler ya, o hesap... Kız çocuğu ölecek diye beklerlerken, anne ölümün eşiğine gelmiş..."
Güçlüyüm, duygusalım, umursamaz ve gaddarım, yumuşak kalpli ve yufka yürekliyim... Ayakta kalma mücadelesiyle daha doğduğum gün tanıştım. Bugün benim doğum günüm. Arayan soran herkese teşekkür ediyorum, fakat her şeyden önce beni canı pahasına da olsa bu dünyaya getirdiği için o kutsal varlığa teşekkürlerimi bir borç biliyorum. İyi ki varsın ANNECİĞİM...

Ekim 09, 2012

O Eskiden(di)...

“Zaman geçtikçe insanın türlü türlü huyları çıkar” derlerdi de inanmazdım. Meğersem can çıkar da huy çıkmazmış, bilemezdim… Gün geçtikçe kendimi bir nebze daha keşfediyorum. Bu anlamdaki son noktayı ise daha dün gittiğim Fenerbahçe-Beşiktaş derbisinde koymuş bulunmaktayım. Yıllarca içimde canavar ruhlu bir holigan beslemişim de haberim yokmuş, geç de olsa nihayetinde öğrendim. Neyse, efendime söyleyeyim yepyeni türlü mü türlü ortaya karışık absürd hareketleri benliğime eklediğimden bahsediyordum ki, derbinin haneme verdiği mutluluktan dolayı bu konuya değinmeden de edemedim.  Son kez ‘neyse’ diyorum ve konuya giriyorum…
Alkolü bu kadar seven, onu her ortamda koruyan, bir güvercinin yavrusunu akbabalardan sakınır edasıyla kanatları altına alan harika varlık ben, alkolü bıraktım. Evet, evet yanlış duymuyorsunuz. Ben resmen ALKOLÜ BIRAKTIM. Eee, yeni yeni huylarım çıkıyor diye boşuna konuşmuyorum burada. Hatta tam olarak 1 hafta sonra, ayrılığımızı ilan edeli 1 ay olacak. İnanılır gibi değil ama gerçek... Haklısınız tabi, ilk başta ben bile kendime inanmakta  güçlük çekerken, etrafımın inanmaması çok normal.
Yer: Nişantaşı
Etkinlik: FNO, nam-ı diğer fashion night out
Katılımcılar: Ben ve 2 hatun
Gece her zamanki gibi çok güzel başlamıştı, gerçi içinde benim bulunduğum bütün organizasyonlar güzel başlar yaa neyse daha fazla megolomanlık yapmıyım, Nişantaşı’nın göbeğinde herkes podyumdan çıkmış edasıyla yürüyor, pardon 15cm topuklularının üzerinde yürüyemiyordu. Ben ve diğer iki arkadaşım kalabalığın ortasında, zamanın kötü ve kollayacak yerlerimizin olduğu bilinciyle kendimize uygun bir yer anca bulabilmiştik. Her zamanki gibi etrafıma saf saf bakıyorken aklımdan geçenleri yine hiç düşünmeden söylemiştim… “yaww bu moda da erkekleri iyice gay’imsi yaptı. O ne ya öyle, utanmasalar şortlarını g*tlerine kadar kıvıracaklar!” sevmiyorum işte elde değil, aklımdan geçenler dilimde bitiveriyor. Erkek dediğin erkek gibi olmalı, moda dediğin erkek için nedir ki, biz elimizin hamuruyla nasıl erkek işine karışmıyorsak siz de bizim işimize salça olmayın. Zira metroseksüel olucam diye soytarıya dönüyorsunuz. Hele o ağaç gövdesinden farksız bacaklarınızı kısacık şortlarla süslemiyor musunuz, gözlerim şenleniyor yemin ederim. Kısacası hoş olmuyor beyler benden söylemesi.
   Neyse, o gün öyle bir kalabalık vardı ki yani öyle böyle değil, kafa karışıklığında içmesen de sarhoş olursun. Neyse gelen garsona 2 şarap, 1 soda sipariş ettikten sonra başladık muhabbete. Dakikalar, saatler geçiyor derken ikinci siparişi yine 2 kadeh şarap ve 1 adaçayı olarak verdik, muhabbete kaldığımız yerden devam ettik. Saatler ilerliyor, konuşuyoruz derken haliyle hazır canımız sıkılmışken mekan değiştirelim dedik lakin, kalkmamızla birlikte bir daha yer bulamayacağımız gerçeği bize eşlik etti. “3 bayana yer mi yok yaa!” diye kendimizi kalabalığa karşı telkin ettikten sonra kılıcımızı kuşanıp başladık civardaki kafeleri dolaşmaya. Kah orası, kah burası derken nihayet bir yer bulabilmiştik ki, 4 arkadaşımızın daha bize eşlik etmesiyle birlikte elde olan son kaleyi de kaybettik. İş yorgunluğu ve içmemenin bana vermiş olduğu rehavetle daha fazla dolaşamazken yukarıdaki sesimi duymuş olacak ki önümüzdeki masadan tam 6 kişi kalktı. Biz de yolda ganimet bulmuş gibi gülen suratlarla bekleme yapmadan sırasıyla dizildik. Ortam kalabalık, e muhabbet de yerinde derken garsona “sıcak neler var” diye soru yönettim. Fakat sorduğum soru tam anlaşılmamış olacak ki, “mutfak kapandı hanımefendi” gibi anlamsız bir cevap aldım. Hayır yani anlamıyorum ki barda hiç su kaynatmıyor mu bu adamlar. Neyse, zaten uyku gözlerimden akıyorken daha fazla direnmeden siparişleri verdik vee; 2 long island, 2 bira, 2 kadeh şarap ve 1 bol buzlu ayranla geceye son noktayı koymuş bulundum!
Yer: Bir balıkçı
Etkinlik: Rakı&Balık
Katılımcılar: Ben ve bir çift
Aslında gün bu sefer gerçekten güzel başlamıştı. Sağlıklı yaşam adına o gün canım sadece 'balık' yemek istiyordu. Bu fikrimi çok sevdiğim, bir çift olarak da takdir ettiğim arkadaşlarımla paylaştım. Lakin bilemezdim ki çok yanlış kişilerle paylaşmışım. Biri Trakyalı, diğeri Antepli olarak ben “balık” diyince yanına hemen “rakı” sözcüğünü yapıştırdılar. Oldu mu şimdi sana rakı&balık? Oysaki benim niyetim sadece herhangi bir kafeye gidip balık yemekti. Orası mı burası mı diye düşünürken kendimizi pek de hoş bir balıkçı da bulduk.
-Sen şimdi içmiycek misin?
-Yok, içmiycem!
-Hadi lan ordan, dolduruyorum…!
-Sakıınn! İçmiycem işte
-Walla mı?
-Neden kimse bana inanmıyor allaamm!
Güzelim mezeler yanımdan gelip geçerken ben sadece ızgara deniz levreği ve limonlu sodamla büyük bir direnç örneği göstererek harika bir gecenin daha sonunu getirmiş bulundum. Nihayetinde alkolü bıraktığıma en son inanacak arkadaşlarımı da bu şekilde ikna ettikten sonra, artık kimsenin beni tutabileceğini sanmıyorum. Tamam, alkolü tam anlamıyla bırakmış değilim ama haftanın her günü içmek yerine artık bir gün içiyorum, o da sınırlı. Diyorum ya yepyeni huylar ekliyorum kendime, ekliyorum lakin çıkartabilene aşk olsun. Hiç olmasa da bir deneyin derim, hayat böyle en az kafam kadar güzel...

Ekim 03, 2012

Ekim gelmis, Hos gelmis...

   Esti, gürledi, yaktı, kavurdu derken bir yaz mevsiminin daha sonunu görmüş bulunuyoruz. Başta Mikail olmak üzere yayında ve yapımda emeği geçen tüm boyut mensuplarına teşekkürlerimi bir borç bilirim. Keşke bir haber verseydiniz de Ekim geldiğini anlasaydık ne de güzel olurdu...
   Ekim gelmiş, hoş gelmiş lakin bana pek bir sefa getirmemiş. Hatta soruyorum, neden geldin a Ekim? Gelme bence sen git. Üzerinden atlayalım senin, yok sayalım. Ben bir yaşıma daha girmemiş olur, sen sağ ben selamet yaşar gideriz. Hatırlatmış gibi olmayayım ama doğum günüm pek bir yakın. Kısacası dengesiz mi dengesiz bir Terazi burcuyum. Hatta o kadar dengesizim ki yazımın sonunda Terazi burcunun ne kadar dengeli olduğunu savunabilirim. Neyse asıl konumuza dönelim. Hatırlıyorum daha dün 18 yaşındaydım. Bir dizi küçük dağları yaratmış edasıyla, sanki bir bok olmuş gibi 3 gün 3 gece kutlama yapmıştım. Zaman ne çabuk geçiyor oysaki... Lakin bilemezdim 18'den sonra ipin ucu kaçıyormuş. Adam yerine koyulmak için senelerce uğraştım o yıllar geçmedi, sen gel 18 ol sonra 30'una nasıl geldiğini anlama (ps: henüz 30 olaccak kadar yaşlanmadım). O yıllarda ablam bana lolita diye hitap ederdi, bende sanki kötü bir şey söylüyormuş gibi "ablaa ayıp oluyo ama!" diye uyarır utanıp, sıkılırdım ahh salak ben!! Meğersem çok iyi bir şey demekmiş şimdi anlıyorum. Cidden çıtırdım, bir içim su derler ya... Yıllar geçtikçe, insanın sırtına sorumluluklar yüklendikçe yaşlandığını, daha doğrusu büyüdüğünü fark ediyor. Şimdi şimdi anlıyorum 18'inde bir birey olunmadığını. Reşitsin belki ama hala çocuksun. Evet, gece kulüpleri nüfus kağıdını görünce seni içeri alıyor ama dönüp hala babandan para istiyorsun. Seni idare etsin diye annenle koordineli çalışıyorsun. Kısacası hala bir zavallısın. Çöp adamsın işte anla be çocuk! Derler ya dün boktu bugün koktu, işte o hesap... 18 yaşımdaki hareketlerimi şimdiki bana yapıyor olsaydım, hiç acımadan suratımın orta yerine çakar "artistliğin kime ergen!" diyerek kendimi yine kendime aşağılardım. Böyle de gerçekçiyim kahretsin! Neyse uzun lafın kısası, Ekim ayı beni hem maddi hemde manevi yönden epey etkiler. "Maddi yönden neden etkiliyor ki?" dediğinizi duyar gibiyim. Efendime söyleyeyim, bundan 9 ay önce ebeveynlerimizin libidosu pek bir yüksekmiş. Yememiş içmemiş, bazıları içmiş kaza kurşunu olmuş o ayrı, hepsi bir anda çiftleşmişler. Hemen hemen bütün arkadaşlarım ben de dahil olmak üzere bu ay doğmuşuz. Ee, doğum günüydü, kutlamasıydı, hediyesiydi ıvırı zıvırı derken ay sonunu görebildiğim pek söylenemez. O yüzden mi, ay sonu kapalıyım canım rahatsız etmeyin beni. İşin manevi boyutuna gelecek olursak, bence hiiiç gelmeyelim her şey zaten ortada. Yaşlanıyorum işte ötesi var mı! Fakat şunu söylemeden de geçemeyeceğim; Her yaşın bir güzelliği var en güzel çağımdayım! 
   Gencim, ee güzel de sayılırım, işim gücüm yerinde kendi paramı kazanıyorum. Kah orada, kah buradayım... Daha ne diyebilirim ki? Sadece şunu söylüyorum, yazdıklarımı dikkatli okursan 'mutluluk' dediğim şeyi son iki cümlemin arasında bulabilirsin...
                                                                                                                   Sevgiler...

Eylül 28, 2012

you're welcome!

   Yazın bitişini ilan ettikten sonra, aylar süren sessizliğimin bana vermiş olduğu 'istediğin kadar sapıtabilirsin' yetkisine dayanarak, yazılarıma başlamış bulunuyorum. Beni takip edenlere ve yazılarımı okumaya değer görenlere sabır, insanlara bu eziyeti reva gördüğüm için de kendime bin türlü lanet diliyorum. Ufak bir girizgahın ardından, bu sayfalara dönüşüm şerefine aklımdan geçenleri buraya sular seller gibi dökmek geliyor içimden, çok özlemişim... Lakin yazı yazmaya bu ara pek idmanım kısacası ilhamım yok. O yüzden mi, sürçü lisan edersem affedin beni.
   Bazen gereksiz bir biçimde aşırı takıntılı olabiliyorum. Hayır yani gerekli yere neden olmuyorsam! Bendeniz Fulya, saçmalıklarım ve ben uzun ve yorucu bir yaz tatilinin ardından geri döndük. Herkese merhaba, merhaba ;) Bu arada yaz tatili dediğime bakmayın, öğrencilik yıllarımdan kalma alışkanlık işte, dilime pelesenk oldu çıkmıyor. Alışmış kudurmuştan beterdir diye boşuna dememişler. Utanmasam "hala öğrenciyim ben!" diycem. Hatta sırf bunu söylemek için yüksek lisans yapıp üzerine doktoramı vericem, kim bilir belki ben de bir profesör, hızımı alamayıp üzerine de ordinaryus olurum. Tamam tamam, ormanda şirinleri görebilecek kadar uslu bir çocukluk geçirmemiş olabilirim. O yüzden mi, fazla atıp tutmaya bulutların üzerinde dolaşmaya gerek yok. Zira olduğun yerden çabuk düşebiliyorsun. Gerekli/gereksiz olayına gelince de, ben ve taktıklarım kısacası 'harika ikili', pek kısa olmadı ya neyse, bir şarkıya, melodiye, tınıya takınca takıyor işte. Sabahtan akşama, günden haftaya hatta aya aynı şarkıyı tekrar tekrar dinleyebiliyorum. Henüz yıla tamamlamadım, bazı şarkılar hariç, ama yakında yıla da tamamlarım. Mesela "I follow rivers" var, ömrümü yedi parça yemin ederim. Biraz daha dinlersem yılını doldurucam. Hatta 1.yaş kutlaması yapıp kendime "aferin kusana kadar dinledin" plaketi vericem. Eee, başarı başarıdır ne de olsa, her türlüsünü ödüllendirmek gerekir. Fakat şu sıra "olmasa mektubun" parçasına takmış durumdayım. Ne güzel söylemiş vaktinde Yeni Türkü... Hayır yani bunalıma girmek benim neyime! Ben kim, bunalıma girmek kim... Dinlerken "bu sefer moda giricem arkadaş!" dedikten sonra, her defasında aklıma abuk bir şey geliyor gülmekten hem modumu hem de şarkıyı  piç ediyorum. Sonra yaptığım aptallıkla ortada kalıyorum. Ama olsun, hiç olmasa da müzik ruhun gıdasıdır, bende bu yöntemle besleniyorum. Neyse, bi de siz dinleyin belki aranızdan bir kaçı benim yerime moda girer de, hiç olmazsa bu yazdıklarım boşa gitmez.


Ağustos 14, 2012

Jr. Business Woman


   Çok dert yandım, "ne yapsam nerelere gitsem" diye hayıflandım. Hatta sırf bu derdimi haykırarak anlatmak için blog yazmaya başladım. Tabi sonra amacından baya saptı ya neyse... Başınızın etini bu denli yediğim için Allah da benim belamı... tabi ki de vermesin, canım tatlı benim ne yapabilirim. Şöyle eski yazılarıma göz gezdirdim de, son bir senem gözümün önünden film şeridi gibi aktı ve gitti...  Neler çekmişim ben yaa, acıların çocuğuna yeni başrol oyuncusu olmuşum resmen. Tek farkımız annem Küçük Emrah'ın ki gibi o.., neyse pisleşmeye hiç gerek yok.
   Günler ayları, aylar da yılları neredeyse takip edecekti ki, şansıma lanet ettiğim her dakikanın ardından bu sefer benim de yanağıma şans öpücüğünü kondurdu. Bana ilk önce bir masa verdiler, sonra önüme de bir laptop koydular "takıl sen burada ileride nasıl olsa canın çıkacak" dediler, "olsun ben razıyım boş durmaktan iyidir" dedim. Sonra bir süre geçti hakikatten oturuyorum bir şey yapmıyorum. "Olur mu yaw ben nasıl dururum oturduğum yerde, hiç bana göre değil!" diyerek klasik isyanlarıma başlamıştım ki, "pasaportunu getir yurt dışına gidiyorsun" dediler. "Yok daha neler!" dememe kalmadan vizem 2 gün sonra elimdeydi. Bir sonraki gün de uçağım, rotamız İngiltere!
   Şaka tamam şaka, abartıyor olabilirim ama bu sefer yemin ederim fazla değil ama neredeyse olaylar bu kadar hızlı gelişti. Geçen hafta eğitim için genel müdür de dahil olmak üzere üç kıdemli insan ve ben İngiltere'nin puslu, kasvetli, bir o kadar da serin havasındaydık. Siz burada cayır cayır yanıyorken ben orada soğuktan deri montu üzerimden eksik etmedim. Lakin ne yalan söyleyeyim soğuk hava bu yaz sıcağında çok iyi geldi.
   Efendime söyleyeyim beni tanıyanlar bilir sıcak kanlı insanım lakin henüz yeni olduğum için şirketin bir kısmıyla kaynaşıp diğer kısmıyla kaynaşmak üzereyken, kaynaşamadığım kısımdan şahıslarla yurt aşırı seyahate gitmek beni delicesine korkutuyordu. Genel müdürümüz çok şeker bir insan, bir o kadar da şakacı (bu noktada kendisinin Trabzonlu olduğunu söylemeden geçemiycem), her ne kadar böyle olsa da sonuçta ağır top, insan ister istemez korkuyor. "Üç ağır top ve ben, bu eğitim nasıl geçer yeaaa!" diye isyanlardaydım ki, uçağa bindikten sonra aklımdaki bütün her şey uçtuuu gittiiii......

                                                                                                                   to be continued....

Ağustos 03, 2012

Kader avucunun içinde mi?

Kader nedir?
İnsan kaderini kendisi mi yazar, yoksa doğduğumuz andan itibaren yazılmış mıdır?
Kadere inanmam, inanmazdım.
Aslında kadere inanan çok insan var.
Benim gibi arada kalmış da çok...
İnanmayanlar zaten ortada.
Peki şöyle sorayım;
1 yaşında başından aşağı kızgın yağ dökülen bir bebeğin ölüp tekrar dirilmesi ne demektir?
Başta nefret ettiğin, hayatta olmaz dediğin insanın şimdi yanında oturan kocan/karın olmasını nasıl açıklarsın?
1ay öncesine kadar looser olduğun, sonrasında kendini başka bir statü de başka diyarlarda bulman ne anlama gelir?
Hayatta gitmem ben, yapmam ben olmaaz! dedikten sonra "çok büyük konuşmuşum" demene sebep olan şey nedir?
Aklında hiç yokken neden karşına öyle biri çıkar?
%99 ölümle sonuçlanan bir kazada %1'lik bölümde olman ne ifade ediyor?
Her şey hazırdır olumsuz hiçbir şey yoktur, bir aksilik çıkar ve dünyan değişir en üstte iken kendini en altta bulursun, peki bu ne demektir?
Bir restoranda oturursun, karşı masada oturan kız karın olur. Barda tanıştığın yakışıklı, mezara kadar seninle birlikte olur. "Bu sefer tamam" dersin, her şey ansızın değişir, olmaz. "Olmaz, olmuyor" dersin, karşına öyle bir fırsat gelir ki, kendini 1 ay içinde yurt dışında iş seyahatlerinde bulursun, vs. vs...
Ben "kader" demezdim, tesadüflere inanırdım. Tesadüflerle insanın kendi kaderini çizdiğine inanırdım. Fakat insan hayatında engelleyemediği ya da elinde olmayan o kadar enteresan şeyler oluyormuş ki, kendimi sorgulamadan geçemedim. Eğer benim gibi düşünüyorsanız, alın size sorular... Cevaplarını da bir zahmet artık kendiniz bulun.




Temmuz 16, 2012

Vakt-i Ansızın


   
   Olmasını istediğin ve olsun diye beklediğin şeyler, “hiç beklemediğin zamanda olur” derlerdi de inanmazdım. Hatta inanmamakla kalmaz tüm benliğimle, bütün bilgi birikimimle muhalefet giderdim.  “Beklemiyorsam neden olsun yeaa, zaten beklemiyorum!” der etrafımdaki tüm delici bakışları üzerime toplardım. Lakin şu sıralar yaşadıklarımı ve başıma gelenleri/gidenleri size anlatsam “ohaaaa, çüş ne ballısın lan!” diyip bugüne kadar bahsettiğim, neredeyse tüm yazılarıma konu olan o meşhur şanssızlığımla alakalı “hani şanssızdın sen! Sende de şans yoksa ben öliyiimm!” dersiniz. O yüzden bu aralar pek bir şey yazamadım canlarım kusurabakmayın. Çok merak ettiniz dimi, acaba bu kızın başına ne geldi ne gitti, öldü mü kaldı mı, cinayete mi kurban gitti yoksa evlendi falan filan mı diye... Yok yok başıma henüz bunlar kadar felaket şeyler gelmedi, tabi bu gelmiycek anlamına da gelmiyor... İnsan hayatı bu, bir dakikası öteki dakikasına uymuyor. Elinde olan şey bir bakmışsın 2dk sonra yok gitmiş, bitmiş... Ya da bakmışsın beklediğin her ne varsa beklemediğin bir anda oluvermiş,  hemde en mikemmelinden!! Beklersin olmaz beklemezsin olur, ne boktan şey lan! Ben böyle olsun istemezdim şahsen. Bir şeyi istiyorsam hemen olmalı, tez canlıyım sabırsızım ne yapabilirim... İşte böyle sevgili bu satırları okuyan maktulüm, çok merak ettin dimi bu kız bu kadar konuştu da ne yaşadı, anlata anlata bi türlü sadede gelemedi diye... Söylemiycem işte, merak et! Hatta meraktan kudur deli divane ol! Hahahh şaka şaka kıyamam ya, sadece şöyle bir ipucu verebilirim olmasını çok istediğim birşey vardı, bekledim bekledim olmadı olduramadım derken bir an geldi ki, oldu! Hemde en mükemmel haliyle... O yüzden ne olduğunu söylemiyorum sonra nazara geliyor milletin gözü kalıyor. Bugüne kadar hayatımda olup biten her şeyi herkese söylerdim, bir aptal benim ya! Söyledikçe gitti, elimden kaydı... O yüzden mi, artık bir kapalı kutuyum canım açabilene aşkolsun.... 

Ps: Yazılarımı çok özlüyorsanız söyleyin, ben de ilhamımı çağırıyım yoksa durduk yere gelmiyor şerefsiz!

Temmuz 09, 2012

Alcoholic


   Son bir kaç yazımda farkettim de rakıyı baya övmüşüm. Hatta öyle böyle değil akıllara zarar methetmişim. Lakin bunun sorumlusu sadece ben değil, doğduğum yerden de öte tamamıyla genetiğimin suçudur. Hoş vatanında doğup yetişmiş olmam da ayrı bir konu ya neyse...
   Henüz yürümeye çalışırken sofralarda Yeni Rakı vardı bizim. Ben düşerdim ama o hep dimdik ayakta dururdu. Pek özenirdim kendisine vesselam... Daha o yaşta bilirdim Tekirdağ ile Yeni Rakı arasındaki farkı. Yaş üzüm nedir, kaç defa damıtılır hepsini bir matematik gibi öğrenmiştim. Hatta matematiği bile bu kadar hevesle öğrenmemişimdir. Büyüdükçe yenileriyle tanıştım ama onların yeri hiç değişmedi. İkisi de ayrı ayrı başımızın tacı, soframızın nuruydu. Biz ailecek yemeğin yanında içmek için değil, özellikle rakı için sofra kurarız. Hatırlarım ufacık bir velettim, babam her dublesini doldurduğunda mutfaktan çay bardağını kapıp yanında biterdim. Sağolsun bu güne kadar geri çevirmişliği yoktur zat-ı muhteremin. Bugün arkadaş toplantılarında dimdik ayakta duruyorsam bu babamın eseridir. (İçimden 'babam sağolsun' diye arabamın arkasına yazdırasım geldi eyvahlar olsun.) Tabi genetiğimi de yabana atmamak lazım. Anne tarafım ayıptır söylemesi pek sever anasonu. Gerçi ayıpsa neden söylüyorum onu bende bilemedim ama salla... Adamlar günde bir büyük devirmezlerse içleri rahat etmiyor. Nasıl bir bünyeye sahipler bu yaşa geldim hala çözebilmiş değilim. Hoş, içmedikleri zaman kafaları daha güzel ya neyse... Kimse anason kokusunu sevmezken ben keşler gibi rakı koklayıp, içmeden de güzel yapabilirdim o kafayı. Böyle de ayrı yeteneklerim var yani. Şu kafamı başka işlere çalıştırsaydım yemin ederim şimdiye kadar CEO olmuştum. 
   Düşündüm de bu yazı pek bir özele girdi. Hele ki bu satırları iş yerinde yazmam hiç hoş olmadı. Ama bu da can, arada sıkılıyor işte. Neyse uzun lafın kısası, müstakbel olabilecek bir aday varsa canım işin çok zor bil istedim. Eğer ki içmiyorsan kendini alıştır derim, zira bu aileye kabul zor, hem de çok zor! 

Haziran 30, 2012

Eksildim Evet, Eksildikçe Çogaldım...

:
:
:
:
   Çocuktum, ergen oldum. Ergenlikten çıktım genç bir birey oldum. Hayatı tanımaya başladım… İlk önce çok arkadaşım oldu. Çok arkadaşın zarar olduğunu öğrendim. Sonuç olarak nerede çokluk orada…… Arkadaş nasıl seçilir, nasıl ayırılır onu öğrendim. Gerçek yüzlerini gördükçe eksildim. Ben hayatımdan kimseyi çıkarmam, sadece gitmek isteyenleri müsait bir yerde indiririm. Eksildim evet, ama eksildikçe çoğaldım… Daha sonra erkek arkadaşım oldu. Sevilmek nasıl bir duygu onu öğrendim. Zaman geçtikçe de fazla sevgi insanı nasıl mahveder onu öğrendim. Ardından platonik bir aşka düştüm, bunun ızdırabı nedir onu öğrendim. İnsanlar gözünde büyüttüğün kadar değiller, ne demek bunu öğrendim. Bu aşk da sönüp gitti, yine kayıp yıllar… Büyüdüm, üniversiteye başladım bir sevgilim oldu. Aslında seviyorduk birbirimizi ya da öyle sanmışım, onu öğrendim. Seneler süren bir ilişkiydi, iyisiyle kötüsüyle insan nasıl yıpranır, yıpratılır onu öğrendim. Ardından yıllarımı verdiğim adamın ‘adam’ olmadığını öğrendim. İhanete uğramışım, gözlerimle gördüm görmezlikten geldim. Devam ettim, sonuç olarak alışmış kudurmuştan beterdir. İnat ettim, olmayan bir ilişkiye devam ettim. Hırs insanı mahveder, en sonunda şimdiki kız arkadaşıyla tanıştırmış beni onu öğrendim. Meğersem biz çıkarken de ilişkileri varmış. Yine aldatıldım bu sefer görmezlikten değil, umursamazlıktan geldim. Kanayan parmağı kolundan kestim. Aldatıldım da ne oldu eksildim mi, hayır… 
:
:
:
:


Bu yazıyı Blogum Dergisi'nin Temmuz sayısı için kaleme aldım, yazının tamamını bu adreste bulabilirsiniz... http://issuu.com/blogum/docs/blogumdergisitemmuz2012/33 

Umarım beğenirsiniz, yorumlarınızı buralarda dört gözle bekliyor

 olacağım... 

                                                                              Sevgiler Can'lar...

Haziran 24, 2012

Görülmez Adam


   Bir yerde okudum, şizofren bir insan tedavi olsa dahi yaşamının diğer kısmında sanrılarını görmeye devam edebiliyormuş. Yani o kişide tedavi tam anlamıyla mümkün olmuyormuş.
   Teoride çok uzaktasın, hislerimde ise parmağımın ucunda. Belki seni hiç tanımıyorum ya da henüz tanışmadık. Belki de hiç yoksun, hayalsin benim için. Ama yazıyorum işte hissediyorum seni bir yerlerde. Geçen gün hayalin vardı burada, oturduk iki çift laf ettik. “Göründüğüm gibi değilim” dedin, hangimiz göründüğü gibi ki? Ben de göründüğüm gibi değilim. Makyajım aslında maskem benim, eve gelince siliyorum ‘yabancı fulya’yı. Kimse bilmiyor o halimi. Ama bak şuan karşındayım, üstelik makyaj da yok suratımda. Başını öne eğdin, söylediklerimi düşünüyordun besbelli. Korkmaya başladın benden, eminim. Cesaretsizliğini gördüm başını eğince, yazık… Oysa sadece hayaldin benim için. Peki ya bu güçsüzlüğün neden?
   “Hayatımı yazdım” dedin. Çok gördün, belki de fazlasıyla gördün. Omuzların çökmüş bu yüzden farkındayım. Eğleniyor gibi görünüyorsun, bu da senin masken değil mi... Hiç görmedim seni, nasıl bir şeysin bilmiyorum. O yüzden hayalin de buradayken suratı yoktu. Belki de karşıma çıkmaya yüzün yoktu. Sen de haklısın, insanları kandırmaya daha fazla tahammülün kalmadı. Merak etme benim de kalmadı. Aslında düşündüm de sen kimseyi kandırmadın. Ben kandırdım, üstelik kendimi! Hayal yarattım beynimde, otutup karşıma bir de adam yerine koydum işte. Farklı olacak dedim kendimi inandırdım, kandırdım. Sıkıldım bu halimden biliyor musun? Yine değişiyorum. Yaşadıklarımla büyüyorum, kabuk değiştiriyorum.
   Hayalin giderken,
“Umarım bir gün gerçeğimle tanışırsın” dedi.
“Senden daha iyi olamaz” dedim.
“Emin ol, o benden daha iyi” dedi ve gitti…
   'Görülmez kaza' derler ya. Kaldırımda yürürken pek önüme bakmam ben, dik yürürüm. Sen de kaldırımdaki taştın benim için. Dikkatsizim işte, takıldım ve düştüm! Görülmez kaza… Bir el uzandı ben düşünce, başımı kaldırdım. Hayal değildi bu sefer, gerçektin. Bir silüet gördüm. Kalkmam için yardım etmek istiyordun bana, tıpkı düşürdüğün gibi… Peki o eli tuttum mu dersin? 

Haziran 07, 2012

3 Maymun

   Aslında flu gibi her şey, hayatım da böyle benim. Gözlüklerimi çıkarıncaya kadar gerçeklerim var. Sonrası da bulanık zaten, istesem de istemesem de… Ne güzel aslında görmek istediğini gör, istemediğini ise umursama! Hangi birimiz yapabiliyoruz ki bunu? Ben yapmak isterdim. Aslında yapıyordum da. İstediğim zaman her yer, her şey netti, istemediğimde ise kolayca flulaştırabiliyordum etrafı, kimi zaman da kör oluyordum. Reel olarak olmasa da soyut olarak yapıyordum bunu. 3 maymun gibi aynen, görmedim, duymadım, bilmiyorum! Peki ya şimdi?
   Yanlış ya da doğru bir şey yaptığımda “Neden böyle yaptın?” diye hesap sormak isteyenlere “Görmüyorum ki!” diyebiliyordum. En kolay kaçış noktasıydı aslında benim için… Senelerdir dünyayla aramda bir engel vardı, taa ki düne kadar şimdi o da kalktı. Peki sıradaki bahanem ne olacak?
   Dün dünyayla aramda olan o saydam tabakadan tamamen kurtuldum. Hayatımın dönüm noktası denilebilir bir nevi. O soğuk ameliyat masasında değişti her şey. Gerek etraf, gerekse benliğim... Artık sabah kalktığımda bulanık olmayacak odam ya da en büyük tutkum olan deniz de gözlerimi sıkı sıkı kapamayıp yosunlardan, midyelerden mahrum kalmayacağım. Doya doya minarelerin içindeki yengeçlere salça olabilmek gibisi var mı? Düşünüyorum da neredeyse hayatımın 18 yılını yarı kör geçirmişim, bir ömürün yarısı gibi. Heyecanlıyım, heyecanlısın… En azından etrafımdaki herkes çok heyecanlı. Çünkü yüzüm gülüyor, etrafa neşe saçıyorum. Belki de hiç olmadığım kadar mutluyum!
   Bu yazıyı okuyorsun, belki “etrafı bulanık görmek” ne demek bilmiyorsun ya da beni çok iyi anlıyorsun. Aslında bir düşün, hayatında neleri görmezlikten geliyorsun? Kafaya takılacak şeyleri takmayıp, takılmayacakları takarak kendi tezatlığımızı oluşturmuyormuyuz aslında. Hayatımızda kendimize yaptığımız en büyük bencillik bu değil mi zaten… Boş şeylerle beynini meşgul etmek! Ne gereksiz...
   Bulanıklık ne demek bilmesen de, neleri göz ardı edebiliyorsun bir düşün! Görmemek için illa gözlerinin bozuk olmasına ya da kör olmana gerek yok. 2 gün önce ben de gözlüklerimi çıkarabiliyordum, görmezlikten geliyordum istemediklerimi. Şimdi her yer, her şey net hayatımda. Çok iyi görüyorum, duyuyorum ve anlıyorum. 'Yeni dünya’mda nasıl davranmam gerektiğini henüz bilmiyorum. Şöyle bir düşünüyorum da eski halim acaba daha mı iyiydi? Cevabı yine kendim vererek "yok..." diyorum. "Kusursuz görmek paha biçilemez!"
   Sonuç olarak bir bireyiz ve bireyler kendi kendini yönetebilir. Bu yüzden her şey net olsa da hayatımda, yine de görmezlikten gelmek bence en iyi seçim! Ben hemen denemeye başlıyorum, şu saçma salak yazımı okuyanlara da tavsiyem; "kendi iyiliğin için sen de görmezlikten gel, görüyorsan duymazlıktan gel, duyuyorsan anlamazlıktan gel" derim…

Haziran 01, 2012

Komiser Bey Amca


   Ben artık ‘Bahtsız Bedevi’ olduğum konusunda iyice eminim. Bunu anlamam için Sahra Çölü’ne gitmeme ya da ne biliyim  kendimi kutuplarda bulmama gerek yok! Olduğum yerde de gelip buluyor beni o meşhur kutup ayısı, 100 km ileride de… Nasıl mı?
   Yazılarımı az çok okuduysanız benim Trakyalı bir ‘hanım kız’ olduğumu anlamışsınızdır. Her ne kadar hayatıma İstanbul’da devam ediyor olsam da, belli periyotlar içerisinde ailemi ziyaret etmek için memleketime gelir giderim. Yine bu dönemlerden birindeyim. Ana-baba kucağında yan gelip yatıyorum, ekmek elden su gölden ohh mis! Rahatım epeyce yerinde. Neyse fazla dağılmadan hemen konuya giriyorum. 
   Günlerden bir gün, Avcılar tarafında ufak bir işim çıktı. Aynı gün içerisinde gidip gelmem gerekiyor. Giyindim, kuşandım çıktım yola. Hava şartları, trafik derken ortalama 1 saatte Avcılara geldim. Neyse işlerimi hallettim. Buraya kadar herşey yolunda, dönüyorum… Zaten asıl sorun da burdan itibaren başlıyor.
   Efendim bilenler bilir, İstanbul-Tekirdağ arası 2 yol bulunur. Biri kısayol olarak E-5 (hız sınırı var), diğeri TEM, yol biraz uzar ama dilediğince yapıştırırsın. Normal şartlar altında kendi evimden Tekirdağ’a gitmeye kalktığımda TEM’i kullanır Allah ne verdiyse basarım. Lakin durum Avcılar, yani İstanbul’un kıyısı, olunca E-5’ten başka bir yol kullanırsan ya ahmaksın ya da çok zenginsin bol benzinin var demektir. İşte hal durum böyle olunca da E-5’ten başka bir seçeneğim kalmıyor. Neyse işlerimi hallettim, dönüş yolundayım……
   Tek başımayım, canım sıkılmış. Git Allah git, yol bitmiyor. Avcılar, Beylikdüzü, Küçüğünden Büyüğüne Çekmece, Çatalca yok olmuyor, yol geçmek bilmiyor. Ne yapsam, ne yapsam… Açtım müziği son ses bunu dinliyorum. Bir yandan da avazım çıktığı kadar şarkıyı söylüyorum. “Ohh, Selimpaşa tabelasını gördüm.” Şarkı söyleyince oluyor galiba, dedim ve aynı şekilde yoluma devam ediyorum. Ben şarkı söylüyorum, yollar geçiyor derken Silivri’de buldum kendimi.
   Efendim, Silivri dediğimiz yer, gerçi yerlileri biraz kızacak bana ama, İstanbul’la Tekirdağ arasına sıkışmış, “Trakyalı mı olsam, yoksa İstanbullu mu?” diyen, işine gelince Trakyalı, işine gelince İstanbullu olan kısacası ne idüğü belirsiz bir sahil kentidir. Şehrin tam ortasından da E-5 geçtiği için çok sık polis çevirmesi olur. Neyse, avare bir şekilde şarkıların ahengine kapılan ben, Cem Yılmaz misali yolları ağlatıyorum siyah serçem eksik bi tek! Tepeden Silivri'yi gördüm, yokuş aşağı yol alıyorum. Aslında çok hızlı değildim ama yokuş aşağı olunca hızlanmışım farkında değilim, ilerliyorum. Hani çevirmeler pek sote yerlere kurulmaz ama radar böyle en abuk yerdedir ve sen onu son anda fark edersin ya, işte aynı o durumdayım. Radarı farkettim, hızıma baktım “Siktir!”. Normalde 70’le gidilmesi gereken yolda hız limitinin iki katına çıkmışım. Kaçış yok yedik cezayı, “babama ne diycem şimdi?” başladım aklımda kurmaya… Hadi söyledim, adam gözümün yaşına bakar mı? Onu bıraktım TEM’de de değilim basıyım. “E-5’te bu hız ne! Gebermek mi, yoksa gebertmek mi istiyorsun milleti! Hem bu kadar hızlı gitmek senin neyine, pilot musun nesin!” babamın sarf edebileceği kelimeleri düşünüyorum. Ne dese haklı, diyemem ki tek başıma geçmek bilmiyor yol ondan basıyorum… "O zaman gelme!” der eminim. Neyse polis aracını gördüm ileride. Sanki o hızı ben yapmamışçasına, süt dökmüş kedi misali yol alıyorum. Bir yandan da dua ediyorum “Allaaam n’olur beni durdurmasın” diye yalvarıyorum. Ama nerede…. “34 bilmemne sağa çek!” Açtım camı, kaçış yok…
   “Ehliyet, ruhsat lütfen!” neyse uzattım. Polis bana bakıyor, ben olabildiğince koltuğa gömülüp adamla göz göze gelmemeye çalışıyorum. Muhtemelen benzetemedi beni.
   “Hız limitini aşmışsınız hanımefendi.”
    "Aaa, ben mi? Hiç farkında değilim memur bey.” Tabi bu sırada aklımdan türlü fikirler geçiyor. Nasıl yalvarsam, ne yapsam da cezadan kurtulsam diye bin bir tilkilerim ve ben oturmuş düşünüyoruz.
   “Ceza yazmak durumundayım.” Bu cümleleri duyarken aklıma öyle bir fikir geldi ki, şimdi oturup düşündüğümde kendim bile inanamıyorum. Eee, Türk’ün aklı ya kaçarken, ya sıçarken çalışırmış…
   “Yaz memur bey, sen de yaz!”
   “???”
   “Yazın diyorum, memur bey!”
   “Nasıl yani?”
   “İşsiz, güçsüzüm 1 senedir iş arıyorum. Az önce bir yerden daha ret cevabı aldım, sen de ceza yazmışsın çok mu? Babam öder artık, yakında da kapının önüne koyar beni. Yazın diyorum memur bey. Artık hiç bir şeyde gözüm yok! Bunca sene boşuna okumuşum zaten hala baba eline bakıyorum. Moralim bozuk, kaçla gittiğimin farkında değilim, babama ne söyleyeceğimi düşünüyordum. Haklısınız aşmışımdır, cezam neyse ödeyeceğim yazın lütfen!”
   Adam suratıma bakıyor, ben ise sergilediğim performansa hayret ediyordum. Oyuncu falan da değilim, nasıl olduysa artık. Bagajı açıp baksa, koltuk kaplamak için alınmış top top kumaşlar çıkacak.
   “Ceza yazılması için bu kadar ısrar eden birini gördüm. Mesleğimde bir ilksin kızım, geç git, yazmıycam. Ben Şerafettin Komiser babana da selamımı söyle, sana kızarsa alnını karışlarım! Hiç moralini bozma iş aramaktan da vazgeçme. Bu arada hızlı da gitme, senin gibi hanım kızlara ihtiyacı var bu ülkenin. Hadi güle güle!”
   Komiser halime o kadar acıdı ki, üzerine “gel evladım” diyip çay ısmarlayacaktı. Hoş, yalan attığımı bilmesem ben bile inanıcam ya kendime. Teşekkür edip, babacan komiserin yanından ayrıldım. Bir yandan düşünüyor, bir yandan da vicdan azabı çekiyordum. Yani bu kadar acındırmaya ne gerek vardı ki? Adam eminim eve gidince kızı varsa boynuna sarılmıştır ya da hayatını gözden geçirmiştir. 
   Şimdi düşünüyorum da, iyi mi yaptım kötü mü yaptım? Attığım yalana gülsem mi ağlasam mı hala karar veremiyorum. İşsizliğim ilk defa işime yaramış, ceza almaktan kurtulmuştum. Trajikomik olay diye buna derler sanırım. Lakin vicdanımla baş başa kaldım hala komiser bey amcanın yüzü gözümün önünden gitmiyor. Aslında attığım yalan da değil, gerçekti. Tükürsem başım ağarmaz yani. 

Mayıs 31, 2012

Bir yudum daha

   Yaktım sigaramı karşı sahile doğru…  İskemlenin üzerinde oturmuş, dumanımı olabildiğince üflüyorum. O kadar güçlü üflüyorum ki, sanki tüm kötülükler, pislikler bedenimden bir anda kopup gidecekmiş gibi geliyor. Sahilde birkaç balıkçı teknesi ve ben… Hava kararmak üzere. Fenerimi yaktım. Taburenin üzerinde ufak rakı, az peynir. Su dahi yok! Gerçi rakının yanında su içmem ya neyse. Sonra sigara paketine bakıyorum, ben sigara da içmem. Ne hikmetse, içesim gelmiş işte. Hava gittikçe kararıyor. Ufukta batan kızarmış güneşi görüyorum. “Ruhum da bu kırmızı renk kadar sıcak olabilse” diyorum. Derken şimşek çakıyor. Haydaa, bulutlar nereden geldi? Etrafıma bir kez daha bakıyorum. Kimseler yok! Radyonun antenini biraz daha uzatıyorum. Çekmiyor işte Allah kahretsin! Rakımdan bir yudum alıyorum, küçük bir lokma da peynir. “Nereden geldi bulutlar?” diyorum, kızıyorum. Ne güzel güneş ısıtıyordu içimi oysaki… Radyonun antenini biraz daha çeviriyorum. Ses geliyor sanki.
   1dk sonra…
   Biraz daha netleşti. İşte istediğim şarkı! Radyonun cızırtısında ayrı bir hoş geliyor kulağa… Bir yudum daha alıyorum, halis kendi bağının üzümlerinden yapılma Tekirdağ Rakısı… Peynir bitmiş, olsun… rakı var nasıl olsa.
   “Ne güzel çalıyor bu radyo da…” sıradaki parça da güzel. Levent Yüksel'i çok severim. Arkama biraz daha yaslanıyorum. Bir sigara daha yakıp adalara doğru tüttürüyorum. “Bu kaçıncı sigaram?” paket bitmiş işte. Bir şimsek daha çakıyor, öyle kuvvetli ki ciğerlerimde hissediyorum titremesini. Göğüsüm sıkışıyor, yutkunuyorum. Gözlerimi kapatıyorum, kararan havayı bir de ben siyaha boyuyorum. Radyo yine gitti, hem de en keyifli yerindeyken. Şansım yok bu gece… Biraz daha kurcalıyorum, başka kanallara bakıyorum. Bu sefer yönünü güneye veriyorum, tam bulutların olduğu yere doğru. Son dublemi doldurup, bir sigara daha yakıyorum. “Şerefe!” diyorum. Hep geçmişe kaldırılacak değil ya, geleceğe kaldırıyorum bu sefer kadehimi.
   Ses tekrar geldi. Bu sefer bu çalıyor. Ne güzel diyor, “at kadehi elinden bin parçaya bölünsün, dökülsün meyler yere…” derken elimdeki kadehi atıyorum. Parçalanmıyor kahretsin, kumsaldayım! Bir şimşek daha çakıyor, derken bir tane daha, sonra her yer bembeyaz… Hiçbir şey hatırlamıyorum. Neredeyim, nereden geldim, nereye gidiyorum… Ne ağrı hissediyorum, ne de bir acı. En temizini yaptım belki de, en temiz intihar senaryosu. Hem bekliyorsun, hem de beklemediğin bir anda karşılıyorsun…

Mayıs 28, 2012

Yazıyorsam Kendime Degil Ya!


   İyi, hoş, güzel, tamam yazıyorum yazmasına da, kimi zaman yazdıklarım kendime bile saçma geliyorken insanlara yaptığım işkence nedendir bilmiyorum. Gerçi yazmaya neden başladım onun da cevabını hala bulabilmiş değilim… Kimi zaman isyan ediyorum, kimi zaman mutluluktan yazıyorum. Bazen karamsarlıktan, çoğu zaman dalgasına… Kısacası boş kalmak bana göre değil, bir uğraşım olsun yeter!
    Bazen tutup kimi arkadaşıma zorla okutuyorum yazdıklarımı. Elimde olsa yoldan geçen adama “okusana genç!” diye salça olucam ama yapamıyorum, tarzım değil! Benden nefret ediyorlar farkındayım, ama okuduktan sonra “beni de yazsana len!” gibi kelimeler duyunca mutluluktan havalara uçuyorum. Tabi okutmak için o kadar dil döküp ardından “Avucunu yalarsın pislik!” demekten de ayrı bir haz alıyorum…
   Ben küçükken çok okumazdım, hatta hiç okumazdım. Bir gün Türkçe öğretmeni dersinde ‘Şeker Portakalı’ isimli kitabı dönem ödevi olarak vermişti. Eve lanetler okuyarak gitmiştim, çok iyi hatırlıyorum. Şimdi o kadar bedduamın ardından öğretmen ne halde merak etmiyor değilim. Neyse, kitabı bitirdiğimde dünyaları kurtarmış gibi hissettim kendimi. Ertesi gün kılıcımı kuşanıp okula gitmiştim, “sen misin bana zorla kitap okutan, hoca!!” diye atarlanacaktım. Asıl niyetim nereden geldiğini bilmediği tebeşiri alnının orta yerine fırlatmaktı, ‘büyüğümdür’ dedim vazgeçtim. Kahretsin, çok yufka yürekliyim! Belki de zorla dayatılan kitaplar yüzünden nefret etmiştim okumaktan. Kuzenim kitap kurduydu, kamyon dolusu kitabı vardı. Teyzemlere her gittiğimde okumaya heveslenir, eve onlardan aldığım ödünç kitapla dönerdim. Lakin hiçbirinin ikinci sayfasından öteye geçmişliğim yoktur. ‘Mavi Saçlı Kız’ vardı. Ergenken okuduğum ve bitirdiğim tek kitaptı. Kanser olan bir kızın tuttuğu günlük paylaşılmıştı. Kitabı okurken sabahlara kadar salya sümük ağladığımı hatırlıyorum, çok dokunmuştu. “Kitap okumak bana hiç yaramıyor, psikolojimi bozuyor!” diyerek okumamak için yine bir başka bahane bulmuştum kendime. Fakat bir gün öyle bir şey oldu ki, kendimi elimde 4-5 kitapla birlikte İstiklal'deki bir kitabevinin kasasında buldum. Bana ne oldu gerçekten bilemiyorum ama o gün bugündür okuyorum. Hatta sadece okumuyorum, aynı zamanda yazıyorum. Başıma taş falan düşmedi, ya da şuurumu kaybetmedim. Belki de büyüdüm, bir şeylerin farkına vardım. Aslında kendimi buldum, kendimi buldukça okudum, okudukça yazdım... Şimdi düşünüyorum da üç beş kitapla bu kadar yazıyorsam, evvel zamandan beri okusaydım neler yazıcaktım…
   Yazıyorsam kendime değil ya, herkese yazıyorum. Herkes kendinden bir şeyler bulabilsin diye yazıyorum. Tabi okuyup okumamak, okudukça da kendinizi bulup bulmamak size kalmış. Kendi kendime konuşsam da bu köşelerde, yazmaya yine de tam gaz devam...

Bu linkte de 'freemag' isimli internet dergisinde yayınlanmış blogumu görebilirsiniz... 

Mayıs 27, 2012

Bira - Tekila



Kapısını daha ilk açtığınız andan itibaren buram buram bira kokusunun bedeninizi sardığı bir bar burası. Loş ışığın hakim olduğu, gözle gözün birbirini bulamayacağı köhne bir yer… Nemli ahşap döşemelerin arasında küflenmiş bir bar taburesi üzerinde oturuyorum. Sırasıyla gözüme çarpan içki şişeleri, envayi türden bardaklar… Benim önümde ise fıçıdan dolma bira, yanında tek limon dilimiyle tekila, biraz da tuzlu fıstık! Fonda bir tek bu parça çalıyor, başımı iki elimin arasına almış düşünüyorum. Diğer yandan ise hafifçe başımı kaldırıp etrafıma usulca bakıyorum “Acaba buradaki herkes benim gibi mi?” Meraklı gözlerle sorguluyorum hepsini teker teker, sanki bana hesap vermeleri gerekiyormuş gibi!  Tekrar önüme dönüyorum, tabureme biraz daha gömülüp biramdan bir yudum aldıktan sonra tekila shotımı atıyorum.
“Bu bar nerede?” diye merak ediyorsanız, fazla uzağa gitmenize gerek yok! Sadece kendinizi 75’lerde hayal edin. Eğer böyle hissediyorsanız şimdi müziğin sesini açın, gözlerinizi kapayın, o yer size gelir…

Mayıs 25, 2012

Ladylik benim neyime ?


Lady Diana - asil budur!
   Devam niteliği taşıyan günlerimin herhangi birini yaşıyorken, sabah uyanmış yine en huysuz halimle kimseye ‘günaydın’ demeden önce “bugün ne yapsam acebaaa?” diye soru zarflarına boğulmuştum. Hoş, artık evde ‘günaydın’ diyebileceğim kimse yok ya neyse… Sabah sabah uyanmış yine abuk şeylere kafa yorarken midemin doyurulmaya muhtaç olduğunu hissettim. Evet, emir büyük yerden mecbur kalkılacak!
   Çift yumurtalı, bol baharatlı omletimi yeşilliklerle süsledikten sonra, sanki harika bir şey yapmış hissiyle televizyonun karşısına geçtim ve başladım o kanal senin bu kanal benim dolaşmaya… Türlü magazin programı, sağlık programı derken herhangi bir kanalda nihayet durdum. Dikkatimi çeken ilk durum, konuk kişinin enteresan bir şekilde çok zarif bir bayan olmasıydı. Evet enteresan diyorum çünkü ortada ters giden bir şeyler vardı. Henüz uyanmış olmanın verdiği mahmurlukla ekrana birkaç dakika mal gibi bakakaldım. Kadın taş gibi hatta şarap misali, öyle kibar, öyle naif, öyle asildi ki dönüp aynaya baksam bir daha kendime bakamıycam o derece! Fakat kadında farklı bir durum olduğu her halinden belliydi. Derken, okkalı bir tokat yemiş misali kendime geldim. Ekrandaki naif bayan ne yazık ki görme yetisini zamanında kaybetmiş biriydi. Bu durum ilgimi daha çok çekti ve başladım izlemeye. Kadın konuştukça düşünüp duruyor, görmeyen biri nasıl bu kadar görgülü, bilgili olabilir diye kendi kendime hayretlere düşüyordum. Bir yandan takdir ediyor, diğer yandan da dinledikçe kendimden utanıyordum. Derken birkaç dakika içerisinde herşey gün yüzüne çıktı… Meğer bu kibar bayan hali zamanında İngeltere’nin herhangi bir yerinde Ladylik dersi veren bir okula gitmiş, üstüne oradan diploma almış… Tabi ben durur muyum “Benim neyim eksik lan!” diyerek, başladım nedir ne değildir diye araştırmaya.
Grace Kelly
   Efendim, bu tip okullar Avrupalı soyluların ya da kızlarının soylu olarak yetiştirilmesini isteyen ailelerin ilgi gösterdiği bir okul türüymüş. 10-20 yaşlarında olan kızlar genelde bu okullara gidip edep adap, kısacası adab-ı muaşeret öğreniyorlarmış. Bana göre ise bu okulun diğer adı “nasıl zengin koca bulunur?” okulu ya, neyse… Konu iyice ilgimi çekmeye başlamıştı, hoş neden merak ediyorsam gitmeye kalksam zaten yaşım tutmuyor, yine iş başa düştü! “Bana bu kadar bilgi yetmez” diyerek başladım araştırmaya, google'cım sağolsun hiç yormadı beni. O pencere bu pencere derken verilen derslere şöyle bir göz attıktan sonra böyle bir okulun varlığı konusunda iyice karamsarlığa düşmüştüm. Biri şaka yapıyor olmalıydı kesin. Konu başlıkları o kadar abuk ki, bana böyle ders vermeye kalksalar bırak okuldan ayrılmayı üstüne oradaki herkesi tokatlayıp “kendinize gelin lan manyak mısınız!” der, ardıma bakmadan kaçarım. Lakin bunca araştırmadan sonra da kendimi orada hayal etmeden de geçemedim…
Coco-Chanel
   
   Ders 1- Nasıl şapırdatmadan, üzerine dökmeden, çatal bıçak kullanarak güzel yemek yenir?
   Sol elimde çatal, sağ elimde bıçak, karnım aç, önümde orta pişmiş haliyle bonfile ve karşımda da lady olduğunu iddaa eden kadın… Ben aç olduktan sonra gerisi teferruat, afiyet olsun Fulyacım… Otur, sıfır!
   Ders 2- Kendi söküğünü bile dikebilen terzi.
   Yahu, ben daha sabah giydiğimi akşam dolabıma asamıyorken, kendi söküğümü nasıl dikicem? Boş işler bunlar tutarım birini işte toplasın arkamı. Geç…
   Ders 3- Partnerinin ayağına basmadan dans edebilme dersi.
   Koskoca topuklular ayağımda daha iki adım atamazken, karşımdakinin ayağına basmamak zor zanaat. Ayrıca ben niye dikkat ediyorum ki, o kaçsın benden.  Hatta mümkünse beni ayaklarının üzerine alsın havada dans edelim, çok iyi numara yaparım hiç çaktırmam ;)
   Ders 4- Yenilebilir yemek hazırlama dersi.
   Allahım isme bak, adında hayır yok bir kere… Yenilemeyen yemek mi olurmuş! Bana göre ‘yemek’ adını taşıyan herşey yenilebilir. Saçmalığa bak, geç bunu da…
   Ders 5- Gevelemeden, tükürmeden adam gibi nasıl konuşulur?
   Bak işte burada sıkıntı var. Lafı çok gevelerim, hem de öyle böyle değil. Sırf cevabını almak için aynı soruyu 5 farklı yerden sorar, cevaplamak istemediğim sorularla ilgili de 5 geri takla atarım. Ama iyi bir yanım da var tabi, bunların hepsini tükürmeden yaparım. '2' geçer not…
   Ders 6- Toplu yerlerde düzgün davranma dersi.
   Toplum içinde veya dışında hatta evde bile oturup kalkmasını iyi bilir, ağzımdan çıkan lafı cımbızla seçerim. Tamam abartmış olabilirim, ama neyse ki bu konuda hiçbir sıkıntım yok iddaalıyım! Bence bu dersi ben veriyim de millet hanım hanımcık hemde fıstık gibi bir hatun görsün…
   Ders 7- Erkekler nasıl deli edilir, nasıl naz-cilve yapılır? dersi.
   Yarama tuz basmayın n’olur. Derdim çok bu konuda, hatta en son bir arkadaşım bana öyle bir laf etti ki beynimden vurulmuşa döndüm “kızıııımm, sen yıllardır bizimle takıla takıla iyice erkek gibi oldun, elinde tesbih eksik!” O cümleleri işitirken öyle bir tokat indi ki suratıma, Osmanlı yanında ancak avucunu yalar! Ama intikamım acı olacak…
   Ders 8- Başa ansiklopedi koyularak düzgün yürüme dersi.
   Bana ansiklopedi vız gelir, beton bile koysan yine düşer o kafamdan. Neden biliyor musun? Çünkü kafatasım şekilsiz. Onu bunu bırak da güzel yürürüm vesselam, göz ucuyla da olsa şöyle bir baktırırım kendime, ben değil valla onlar söylüyor…
   Ders 9- Nasıl daha güzel görünebiliriz, dersi.
   Sanırım aralarındaki en mantıklı başlık bu. Etrafımda gördüğüm kendini bilmez o kadar kadın var ki, elimde olsa kollarından tutup alışverişe götürücem. Lakin çok isterim ama yapamam imkanlarım kısıtlı, meşgul insanım ben! Otur, yıldızlı pek iyi…
   Son derse geçmeden önce ufak bir açıklama yapmak istiyorum. Çünkü son madde öyle bir konu ki, Ladylik Okulu denen zımbırtının ne kadar saçma bir şey olduğunu açıkça gözler önüne seriyor. Yorumu ben yapmıyorum, size bıraktım asdfghjklasdfghjkl………………..
   
   Ders 10- Boğularak kimseye rezil olmamak için yüzme dersi. 

Sevgiler...

Mayıs 21, 2012

Uzun lafın kısası


   Bazen kendimi cidden anlayamıyorum, anlamlandıramıyorum. Küçükken de anlamazdım zaten. Hoş bu yaşa geldim hala değişen pek bir şey yok ya... Çocukluğumda depresyonların eşiğinden dönmüşlüğüm çok vardır, neyse ki hasar almadan kurtardım kendimi. Eee bünye sağlam ne de olsa, “Domuz gibi maşallah!!” derler ya, o hesap benimki… Hayır yani anlamıyorum insan isminden neden nefret eder? Evet, ben ettim. Manyaklık değil mi onu da yaptım işte. Hatta o kadar tiksiniyordum ki, elimde olsa mahkeme kararıyla değiştirecektim. Şükürler olsun, henüz 18 değildim yaşım tutmuyordu. Hadi ismim Kezban olsa, Kader olsa, onu bunu bırak Okşan olsa anlıycam da… Küçüktüm, cahildim her söze kanıyordum işte, laf dinlemiyordum ki…
   90’lardı henüz, takma isim çılgınlığı vardı. Zeynep çok popülerdi o sıralar, Dilek vardı bir de. Ben doğduktan 1 sene sonra da Selin furyası çıkmış, haberim yok…  Komşunun kızı vardı, adı Dilek’ti. Çok güzel hatundu vesselam, ben de hep ona özenirdim. Kendisi uzun boylu, esmer, yeşil gözlü, tabiri caiz ise fıstık gibi bir kızdı. Şimdi soruyorum “hani üzüm üzüme baka baka kararırdı?” Kandırıldım resmen, lanet olsun! Sabahlara kadar “benim adımı neden Dilek koymadınız?” diye ağlar, tek suçlu annemmiş gibi günlerce konuşmazdım kadınla. Babama bir şey diyemezdim, düşkündüm adama napıyım… Şimdi düşünüyorum da, tam bir psikolojik deliymişim. Hem de ‘evlat olsa sevilmez’ cinsinden! Oyun oynarken kendi adımın suyu çıkmış gibi takma isim olarak Dilek’i seçerdim. Belki de suyu çıkmadığı için sevmiyordum çiçek gibi ismimi. Ne de olsa popüler kültür çocuklarıyız biz, 8.15 vapurunda toplanırız hepimiz.
   Hiç ‘Fulya’ diye bir arkadaşım olmadı benim, “adaşımmmm…” diyerek kimseye sahip çıkamadım şu hayatta. Yazık lan bana! Hadi herşeyi geçtim, ismimin anlamını bilmeyen yüzlerce kişiyle tanıştım. Sırf bu yüzden nefret ettim belki de. Tüm çocukluğum boyunca soran herkese ne anlama geldiğini açıklamakla uğraştım. Alt tarafı sarı, beyaz, güzel kokulu bir çiçek işte, abartılacak pek bir yanı yok yani. Fakat o kadar daraltıyorlardı ki beni, utanmasalar fotoğrafını isteyeceklerdi. Hayır, soranlar da koca koca teyzeler, amacalar, suratlarının orta yerine çarpıp “utan ulan cahil!!” de diyemiyordum ki… Şimdi düşünüyorum da ne kadar zor zamanlar geçirmişim. Eeee, çocukluk işte başka dert tasa mı var!
   Her ne kadar küçüklüğümde aile bireylerinin hepsini teker teker işkencelerden geçirmiş olsam da, şimdi “iyiki de” diyorum… İyiki de adımı bu kadar özel, söylemesi güzel ve kulağa hoş gelen bir çiçek isminden koymuşlar. Yoksa Zeynep olsaydı, hele hele Kezban olsaydı ne yapardım, nerelere giderdim! Dağlar tepeler az gelir, okyanusları aşardım kim bilir… 

                                                                                                                            Fulya!

Mayıs 20, 2012

We are young


   Nedendir bilmiyorum ama 3 gündür evde mal gibi bu şarkıyı dinliyoruz. Ben açıyorum ablam kapatıyor, ablam açıyor ben kapıyorum. Hatta dinlemesek bile ağzımıza dolandı bir kere o billur seslerimizle şarkıyı bağıra bağıra söyleyip tüm mahalleyi inletiyoruz. Ailecek abuk takıntılarımız var işte elde değil... 
   Şarkı enteresan bir biçimde kendine bağlıyor insanı. Aslında sözlerini bir kenara bırakıp şarkıya kapıldığınızda hiç ingilizce bilmeseniz bile garip bir şekilde, o an içinde bulunduğunuz herşeyle bir bütün oluyorsunuz. Ya da bana öyle geliyor, boş verin işte saçmalıyorum yine. 
O yüzden, benden size güzel bir pazar dinletisi olsun, sevgiler...

Tonight,
We are young
So, let's set the world on fire
We can burn brighter
than the sun...

Mayıs 17, 2012

Metanet


   Her sabah güneş doğarken, yeni bir güne uyanırız. Hafif bir baş ağrısı, biraz mahmurluk olsa da üzerimizde güneş doğmuştur bir kere, gülümseyip selam etmek gerekir…
   Çok uzun değil sadece 1 dakika öncesine kadar önemsenmeyecek derece ateşim vardı. Peki şimdi? Her yanım alev alev iken, içim cayır cayır yanıyorken kıçı kırık bir soğuk algınlığı beni ne kadar etkileyebilir? Dakikanın dakikayı onu bırak, salisenin saliseyi tutmadığı şu hayatta neye en çok üzülebiliriz ki? Arkadaş kazığına mı, yoksa elimizden alınan oyuncağa mı, ya da terkedilişe mi… Büyüyoruz ne yazık ki, yükümüz artıyor. Sırtımıza aldığımız onlarca şey, sadece tartı üzerindeki rakamları değiştirirken bizden neler götürüyor farkında mısınız? Bir nefes alıp, aldığın nefesi geri verdiğin an bile değişiyor hayat ve değiştiği gibi de devam ediyor, sen tekrar değiştiremiyorsun! Baharlar geleceğine söz vermiyor belki hayat, kiminin ışığını söndürüyor kiminin de yolunu aydınlatıyor.
   Kışın ortası olmasına rağmen, güne güneşli başlamıştı 28 Ocak. Fakat farklı bir şey vardı anlayamadığım, bir gariptim. Hastaydım elbet ateşim vardı, ondandır dedim umursamadım. Erken bir saatte, hiç uyanmayacağım dakikalara gözlerimi açmıştım. Kalkıp bir iki lokma bir şey yiyip ilaç içmeye karar verdim. Yastığımla yorganımı kapıp televizyonun karşısına geçtim. Fakat insan hasta olduğunda duygusallaşır ve birine ihtiyaç duyar ya, ben de anneme ihtiyaç duymuştum. Sonuç olarak bir Alex değil, hala bir çocuktum. Annemi aradım, açmadı. İkinciye aramak adetim değildir, nasıl olsa tekrar arar derim. Fakat içimden bir ses ısrarla aramamı söylüyordu. Tekrar aradım ve açtı…
   “Anne?”
   “N’oldu Fulya?” Allah Allah annem bana ‘kızım’ demedi, evlatlıktan reddedecek değil ya neyse… Çok telaşlı bir ortamda olduğu her halinden belliydi, fakat nerede olduğunu sorduğumda küçücük çocuğa dahi yutturulamayacak bir cevapla karşılaştım, ne yazık ki onun da aklı yerinde değildi. “Evdeyim Fulya!” Hasta  olduğumu, ona ihtiyacım olduğunu, buraya gelip gelmeyeceğini sordum. Annem öyle umursamazdı ki, konuştuğum kişi sanki annem değil bir başka kadındı. Sinirlenip telefonu kapattım, üstelik “benden bir şey saklıyorsun” diye bağırarak… İkinci telefon bana değil bu sefer ablama geldi, içeriden bir çığlık “Ne diyorsun anne ne kazası!!”
   28 Ocak’tan bu yana ancak dile getirebiliyorum bu duygularımı. Şükürler olsun ki, hayat söz vermemiş olsa da baharları gösterdi bize. Belki de bu yüzden yazabiliyorum şu an hislerimi. Hayat öyle bir şey ki, aklını alıyor ve aldığı gibi de geri veriyor... Metanet!

Mayıs 11, 2012

Hovarda


   Hareketli bir gecenin ortalama saatlerindeyim. Bütün bir haftanın yorgunluğunu atmak amacıyla kendimi sokaklara atmışken, haftasonunun telaşına karşılık bir o kadar sessiz, bir o kadar da yalnızım.
   Arkadaşlarımın bulunduğu barın önüne gelmiş, içeri girip girmeme hususunda yine kendimle tartışıyordum. Kapının önünde durmuş düşünürken tam olarak ne yapmam gerektiğini ben de bilemiyordum ki, bir süre haraketli sokağın ortasında mal gibi dikildiğimin farkına bile varamamıştım. Omzuma çarpan bir diğer omuz nihayet kendime gelmeme sebep oldu. Ben kimim? Neredeyim? gibi aptalca sorular sorarken durumumun ciddiyetini farketmem üzerine kendimi sorgulamaya devam ettim. Olmak istediğim yerde miyim? Ya da daha doğru bir sual olarak, olmak istediğim kişilerle mi? Biraz daha düşünmenin akıl sağlığımı olumsuz etkileyeceğini düşünerek kendimi içeri attım. Kalabalık, sağırlık derecesinde yüksek ses, havada uçuşan shot bardakları… Kendimi kaybedeceğim, rutin bir gecenin başlangıcındaydım yine… Kızla erkek sayısının birbirini tuttuğu, sahteliklerin cirit attığı sonunun nereye gideceği belli olan sıradan bir gece…  Gülümsemeler, geyik muhabbetler, saçma sapan bir gösteriş! Her şey ne kadar da sahte geliyordu ilk defa gözüme. Ben mi değiştim yoksa içeridekiler mi yalan? Yoksa bir şeylerin farkına mı vardım sonunda? Bir süre daha izledim, fakat eksik bir şeyler, olmayan, olduramayan, bana aptalca gelen şeyler vardı. Boğuldum, daraldım… Ait değilim buraya ben de farkındayım. Peki neden buradayım? Gerçekleştirmem gereken bir ritüel haline gelmiş hayatıma aynı monotonlukta devam ediyordum. Ye, iç, eğlen, sarhoş ol ve sex… Bu kadar gerizekalı olamazdım, olmamalıydım. Tanrım ne kadar zavallıyım! Biraz nefes almak için kendimi kapı dışarı ettim. Merdivenin tekine sotelenmiş otururken sokaktan gelip geçenleri izliyordum. Farklı yüzler, farklı suratlar, kişilikler… Ne yapmalıydım? İçeriye girip her zaman olduğu gibi göt misali bir kafaya ulaştıktan sonra yanıma alacağım hatunla gecenin sonunu mu getirmeliydim? Yoksa bir sefer de olsa insan olup kendimi mi dinlemeliydim?
   ‘Şeytan’ diye adlandırdığımız varlık her zaman sol omzumuzdayken, hele bir erkek olarak ona uymamak çok zordur. Fakat artık benliğime yaptığım haksızlıklara daha fazla tahammülüm kalmamıştı.  Bana verilmiş bir görev olarak gördüğüm, sıradanlıktan bayağılaşmış gecenin böyle devam etmemesi gerektiğine kanaat ettikten sonra, sigaramdan bir fırt daha çekerek “sikerler” edasıyla izmariti fırlatıp ezdim. Bir nebze de olsa kendime saygımın arttığını düşünerek evimin yolunu tuttum. Nihayetinde muhabbetlerimize konu olan o meşhur şeytanın pabucunu kendisine iade ettim ve bir seferlik de olsa kendim olabilmenin hazzını yaşadım…

Mayıs 05, 2012

Yine Yeni Yeniden


   “İlkbahar ne demek?” diye sordunuz mu hiç kendinize? Ben sordum… Yeni demek, yenilenmek demek, boşuna bu bahara ilk dememişler sonuç olarak. Kabuğunu bırakmak demek, başlangıç demek benim için ilkbahar.  Radikal kararlar alırım bu aylarda. Yenilik, yenilenme, kabuk değiştirme, tazelik… “Bahar temizliği” yaparlar büyüklerimiz. Ev hanımları evlerini tazelerler bir nevi. Bende bahar temizliği yapıyorum elbet, ama ruhuma…
   Karıncalar bile sığamayıp yuvalarından çıkarlar. Güller tüm tonlarıyla gözlerimize hitap eder, adeta “beni koparmayın” dercesine yalvarırlar. Bereket getirsin diye 41 çeşit yuvadan kum toplarız. Ateş yakar, üzerinden atlayıp türlü dilekler dileriz. Sonuç olarak insanız, bir tanesiyle yetinemeyiz! Hızır dede kabul etsin dualarımızı diye gül ağaçlarının altına, kimi yazarak, kimileri çizerek, kimi ise kiremit toplayıp şekiller yaparak isteklerini söyler. Bu ritüellerin toplamına da “Hıdırellez” adını veririz. 5 May. 12 bugün, son cemre toprağa düştükten sonra artık kendimizi tamamen bahara teslim ettik.
   Şimdi arkanıza yaslanın, kulağınıza en hoş gelen müziği açın, derin bir nefes alın ve yeni kararlar almaya başlayın. Bir kere de olsun yenilenin, yenileyin kendinizi. Değişin..!

Ucundan biraz

Hayal kırıklığına mı uğradım yoksa sevindim mi bilemedim ama her ne kadar yarışmada birinci olamasam da bir tek benim yazımın değer görmesine ve böyle bir mecrada yayınlanmasına çok sevindim... Bu yarışma bir ilkti, ama bir başka yarışmalarda birinciliği elden bırakmam ;)

http://1sosyalmedya.com/benim-de-bir-blogum-olsun-kampanyasi-kazananlari.html

Mayıs 03, 2012

Güzel miyiz?


Bazı şarkılar vardır, içki masasının yanında dinlemelik değil, özellikle kendi için masa kurduran... Şimdi hayal edin, ılık esintilerin geldiği yosun kokulu bir kıyı... Uçuk mavi iskemlelerin olduğu, masaların üzerine kırmızı pöti-kare desenli sofra bezlerinin örtüldüğü, rakıların çay bardağından içildiği, etrafının balık ağlarıyla çevrildiği, kör lambaların dibini dahi aydınlatamadığı, salaş fakat huzur dolu bir meyhane. Kederle içeri girmenin yasak olduğu, ancak mutluluğunu kendine eş olarak yanına alabileceğin bir yer. 
Hangimiz orada olmak istemez ki?
Madam Despina rakıları dolduruyor, kocası ise ut üzerinde parmaklarını dolaştırırken güneyden gelen hafif lodos esintisi, yosun kokusunu burnunuzda tazeliyor. 

Yine mi güzeliz, yine mi çiçek...

Mayıs 01, 2012

Sıfatsız 1 Gün

   Hani olur ya, beyniniz uyanmıştır fakat siz tüm çabanıza rağmen bedeninizi yerinden kaldıramazsınız. Sağa dönsen olmaz, sol desen çok uzak kalır… İşte yine böyle bir günün başlangıcındaydım. Gerçi uyandığım saate pek başlangıç denilmez ya neyse…
   Rahat yatağımda yanıma iki yakışıklı almış misali sarıldığım, başımın altındakiyle birlikte toplamda üç eden yastıklarım ve ben mışıl mışıl uyuyorduk. Hatta öyle uyuyoruz ki, fiil halindeki “uyumak” sözcüğü yanımızda tüy kadar hafif kalır. “Öldüm mü acaba, cennette miyim? Yok lan ben cennete gidemem kesin” diye rüyamda kendimle tartışırken içeriden gelen sesleri duyuyor, fakat ne olduğuna anlam veremediğim için uyumaya devam ediyordum ya da uyuduğumu zannediyordum. Birkaç dakika daha bu şekilde devam ettikten sonra ayılmayı nihayet başarabildim. Fakat bu sefer de yastıktaki başım o kadar ağır geliyordu ki, ytong diye tabir ettiğimiz tuğla bile yanımda hafif kalır. Neyse en azından uyanmayı becerebildim diyerek yine bu hale gelmeme sebep olan geceyi hatırladım. “Bi daha içersem burnumdan çıksın, hatta geberiyim!” gibi tutamayacağım sözler veriyordum kendime ki, baskına uğramış bir şekilde aniden kapım açıldı ve odama üç tane birbirinden tipsiz hatun damladı. Zaten bende şans olsa odamı basan akşamdan kalma üç kız yerine, bir adet de olsa biscolata erkeği olurdu. “Neyse!” diyerek dertlerinin ne olduğunu soracaktım ki, “Kalk kızım Polonezköy’e gidiyoruz!” cevabıyla bir önceki gece doğumgünü olan ablam soramadığım sorumu çoktan cevaplamış oldu.. “Ne Polonezköy’ü abla, aklınız suya mı düştü? Yok Polonezköy dediğinize göre ormana kaçmış! Yatın uyuyun lan manyak mısınız?” diyerek “Günaydın” diyemeden yine türlü küfürlerle güne başlamıştım. Şaka yapıyor olmalıydılar. Evet evet kesin şaka, hemen uyanıyım diye böyle söylüyorlar, gibi şüpheli bakışlarımla suçlarını hafifletiyordum ki, “Hadi kızım Yiit’ler aradı yarım saate geliyorlar” diyen Tuuce gerçeği bir tokat gibi suratımın orta yerine yapıştırmıştı. “Ciddisin sen” gibi salakça bir soruyla tahammül sınırlarımın kalmadığını farkederek “Ya deli misiniz, bi gidin başımdan ben uyuycam! Siz gidin inek otlatın, yok yada öküz kovalayın ne biliyim takılın kendi aranızda yeterki beni rahat bırakın!” diyerek önüme geleni söylüyordum, ta ki elinde sürahiyle kapının önünde dikilen ablamı farkedene kadar. “Abladır o, saygım sonsuz” diyerek tüm mertliğimi bir kenara bırakıp yatağımdan kuzular gibi ayrıldım. Hazırlanmak için yarım saatim hatta direndiğim için o kadar bile kalmamıştı. Fazla düşünmeden elime attığım ilk kıyafeti üzerime geçirdikten sonra Polonezköy’ün yolunu tuttuk. (Bu arada ablam ve diğer kız arkadaşımız tarafından ekildik, onu söylemiyorum bile.)
   Kafamın kazan gibi, karnımın da inanılmaz derece aç olduğunu hesaba katarsak yol boyunca içinde bulunduğum durumu tarif etmeme gerek kalmaz sanırım. Yarısını içimden, bir diğer yarısını da sonunu düşünmeden ettiğim küfürlerimle nihayetinde “kendin pişir kendin ye” mantığı olan bir yere geldik. Toplamda 6 kişi 5 kilo et söyledikten sonra “oldu olacak sığır kesseydik” diyerek yanına da bira söyledik. “Çivi çiviyi söker” mantığıyla hareket eden bir arkadaş grubumun var olduğunu sayarsak yine kafamızın güzel olması kaçınılmaz bir son olacaktı ki, nitekim de öyle oldu. Tek dua ettiğim konu, yanlış bir karar verip rakı içmememiz oldu ki, bir kereliğine mahsus olarak da olsa doğru karar verebilmiştik. Bir yandan karnımızı doyuyor diğer yandan da biramızı yudumlayıp, Pazar gününün keyfini çıkarıyorduk. Birkaç saat bu halde muhabbet ettikten sonra, tabi hal ve durum değiştikçe “Polonezköy’e geldik yürüyüş yapmadan olmaz!” gibi parlak fikirlerin çıkması kaçınılmaz oluyor ki daha söylemeden uygulamaya geçmiştik...
   Bundan sonrasını açıkçası ben yazmaya cesaret edemiyorum fotoğrafları koydum gerisini siz düşünün. Sonuç; sağ salim eve dönebildik… 



Adını çıkmaz sokaklara veren arkadaşımız



Karaca-Geyik üretme istasyonudur, fakat öyle bir yer yok!




Doğayla dost olmak böyle bir şey...

Pardon 6 kişi değil 7 kişiydik

Stella'nın pansiyonunu bulamadık muhtemelen periliydi.
Gün sonunda doğum günü kutlamayı ihmal etmedik tabi...