Ekim 28, 2012

Send'room 3


Not: şarkı sözlerine tıklayın ve çalan müziği dinlerken yazıyı okuyun, teşekkürler!



   Nubuk derisinden vizon rengindeki koltuğuna yaslanırken taş plaktan yükselen sesi zihninin derinliklerine hapsediyordu. Kırmızı şarabından bir yudum aldı ve koltuğuna iyice gömüldü…


   Gerçekten kimseye hiçbir şikayeti yoktu. En sıkıntılı olduğu zamanlarda bile derdini kimseye anlatmazdı. Arkadaşlarına sorsan dertsiz tasasız biri diye anlatırdı onu. Boğaz ışıklarını gören penceresinin önünde oturup düşünmekten başka kimseye zararı yoktu. Sadece kendi haline ağlıyordu, tıpkı şimdi yaptığı gibi… İri gözlerini tavana dikti. Oymalı kartonpiyerleri gözleriyle süzerken 1930’lara gitti adeta, ruhu eskiydi. Tepeye doğru bakarken boğazında düğümlenen duyguyu bastırmaya çalışıyordu, sanki yutkununca geri gidecekmiş gibi. Yanıldığını farkederek hıçkırıklarını özgür bıraktı…
   Çevresi çok kalabalıktı. Fakat o, kalabalığın arasında yalnızlığı oynuyordu. “bu da geçecek” diyerek göz yaşlarını dindirmeye çalıştı, iki elini ağzına kapattı sanki öyle yapınca hıçkırıkları susacakmış gibi geliyordu. Elleri simsiyah, belli ki iri gözlerindeki rimeller akmıştı. Lanet olsun, diye geçirdi aklından. Yorgunluk, sinir harbi derken ağlayarak rahatlamış ve koltuğun üzerinde uyuyakalmıştı.
   Nubuk, vizon rengi koltuğunun ucunda ayağını uzattığı bir de puf yer alıyordu. Gözlerini araladı, mavi çizgili gömleğiyle pufun üzerinde biri oturuyordu. Hayal, dedi ve tekrar gözlerini kapattı. Fakat zihni uyanmıştı, ufak bir çığlıkla yerinden irkildi.
   “sshhh, sakin ol güzelim. Benim, buradayım…”
   Kızıl tonlu sarışın tam karşısında, ayaklarının ucunda oturuyordu. Mavi gömleğinin içinde hafif kaslı vücudu yine dikkat çekiciydi. Henüz uyanmış olmanın verdiği aptallıkla içeri nasıl girdiğini düşünüyordu. Acaba uykusunda çalan kapıyı mı açmıştı? Bu soruyu ona sormak aklına bile gelmiyordu.
   “sen anahtar kutunu hiç kontrol etmez misin?” derken adam, elini parmak ucundaki anahtarı gösterecek şekilde havaya kaldırdı. Yedek anahtarı ondaydı!
   “inanmıyorum, anahtarlarım ne zamandan beri sende! Bu yaptığın haneye tecavüz resmen, seni polise ihbar edebileceğimi biliyorsun değil mi?” Ahh, bu aralar insanları ne kadar çok polise şikayet ediyordu.
   “evet, biliyorum ama bunu yapamazsın tatlım.” Kontrol manyağı yine mikrofonu eline almıştı.
   “evimden defolur musun?”
   “tabiki, ama önce neden ağladığını bilmem gerekiyor.”
   “senin için ağlamıyorum emin olabilirsin! Üstelik sanane!”
   “elbette banane, ama konu sen olunca beni yeterince ilgilendiriyor” daha bugün seni hayal kırıklığına uğratmak istemezdim, diyen adam şimdi karşısına geçmiş neler söylüyordu. Adamın sakin hali gözlerinin biraz daha irileşmesine sebep oldu.
   “bana baksana sen! Daha bugün bana neler söylüyordun, şimdi ise bir hırsız gibi evime girip neden ağladığımı soruyorsun. Manyak mısın? Egoist misin? Her ne isen lütfen evimden çık git, rahat bırak beni!”
   Bu sözler adamın sakin halini rahatsız ederek oturduğu yerden doğrulmasına sebep oldu. Hafif dolgun dudaklarını ısırırken karşısındaki iri gözleri süzüyor, söylediklerinin doğruluğunu tartıyordu. Öne doğru eğildi, aralarındaki elektrik yine harekete geçmiş, kız donup kalmıştı. Karşı koymak istiyor fakat bedeni kıpırdamasına engel oluyordu. Derken çok değil henüz 10 saat öncesini berbat eden adam dudaklarına yumuşak bir öpücük kondurdu. Adam geri çekildi, iri gözlerin şimdi ne anlattığını görmek istiyordu. Keşke aklından geçenleri okuyabilsem, diye geçirdi içinden. Alev alev yanan iri gözler kızgınlıktan iyice açılmıştı, bu durum daha çok hoşuna gitti…
   “en sevdiğim taş plak şarkısı, zevklerimizin bu kadar benzediğini bilmiyordum” derken oturduğu yerden kalktı.
   İri gözleriyle sorgular gibi adama bakarken taş plak dinliyor musun ki, diye geçirdi içinden. Sonuç olarak karşısındaki adam anı yaşıyordu, eskilerden ne anlardı…
   “bir cevap verebilirsin güzelim, iyi ya da kötü. Konuş lütfen benimle, ne düşündüğünü bilmek istiyorum” derken eliyle kızın elini kavradı ve dans etmeleri için ayağa kaldırdı. Bedenini bedenine bastırdı...
   Kız, her şeyiyle geri çekilmek istiyordu fakat yapamıyordu, bunu yapmaya gücü yoktu. Temiz çamaşırları ve o enfes kokusu yine burnundaydı. Bu adamda ne vardı ki böyle, anlam veremeyerek derin bir nefes aldı. Ona karşı koyamadığı için kendini suçluyor, suçunu hafifletecek bir neden arıyordu. Ve aradığını buldu…  
   Kandırılmıştı evet, karşısındaki de kandırılıyordu… Dudakları, aklından geçenin verdiği hazla gerilirken birden içini bir rahatlama kapladı, evet sonunda aklını kaçırıyordu...

Ekim 26, 2012

Send'room 2

   Esmer dağınık saçları ve ten rengini tamamlayan griye çalan mavi gözleriyle ona bakıyordu. Kusursuz bakışlar, diye içinden geçirdi bir an...
   “Prensip olarak mesai saatlerinde içmiyorum” dedi.
   “Haklısın, kabalık ettim bir kadeh lütfen!”
   Kadehi granit barın üstüne koydu ve şarap şişesini ustaca açarak kan rengi şarabı kadehe doldurdu. Yüksek girişli, ilk bakışta mahzeni andıran şarap evi hoş ve loş aydınlatmalarla insanı daha da çekici kılıyordu. Karşısında duran adam ünü Türkiye sınırlarını aşmış bir piyanistti. Farklı hobileri olan insanlar her zaman ilgisini çekiyordu. Fakat bu adamda olmayan, ona uymayan bir şey vardı. O da ısrarı...
   Hizmet veren bir yerde çalışıyorsan üstelik burası bir bar ya da restoransa kim, hangi periyotlarda, hangi günlerde kiminle ya da kimlerle geliyor ister istemez biliyorsun. Piyanist, haftanın 2 günü kumral uzun saçlı, yeşil gözlü, ince uzun yapılı kısacası manken gibi bir bayanla gelir, bir kaç saat oturur ve 23:30 gibi barı terk ederdi. En sinir olduğu durum ise yanında bayan olan erkeklerin tüm çapkınlıklarıyla kendisine bakış atıyor olmasıydı. Fakat bu piyanist o en nefret ettiği davranışı yapmıyor, onun haricinde haftanın 2 günü yalnız gelerek barda tek başına olmayı tercih ediyordu. Zaten bu, hepsinden daha sinir bozucuydu. O akşam piyanist yine yalnız gelmişti ve işini yapmasına engel oluyordu. İranlı genlerinden aldığı iri gözleriyle sert bir bakış atarak “rahatsız etme!” demek istedi. Aslında bu kadar ısrarcı olmasa piyanist, ilgisini çekebilirdi. Fakat ne yazık ki ısrarcı tipler yer yüzündeki eşsiz yakışıklı olsa bile onun gözünde bir hiçti...
   Çalıştığı şarap evi butik bir iştelme olduğu için 24:00’te kapanıyor, o da 00:30 gibi işlerini tamamlayıp evine gidiyordu. Barı temizledi, kadehleri teker teker dizdi ve paydos vakti geldi. Siyah önlüğünü çıkarıp beyaz gömleğini dikkatle astıktan sonra pudra rengi altın düğmeli ipek gömleğini ilikledi. Esmer tenine bu renk çok yakışıyordu. Postacı tipi çantasını omzundan geçirdi ve kapıyı açtı.
   Kapının hemen solundaki ahşap taburede oturmuş, sigarasından son bir nefes alan piyanisti gördü, görmezlikten geldi. Kuledibine çıkmak için biraz yokuş yürümesi gerekiyordu, adımlarını yokuşa yöneltti.
   “seni bekledim...” çatallı, karizmatik bir ses tonu onu durdurmuştu.
   “farkındayım!”dedi sert bir sesle, o yumuşak tınısından eser yoktu.
   “o zaman neden beni görmezlikten geliyorsun?”
   “öyle gerekiyor”
   “öyle mi gerekiyor, neden?”
   Döndü, bir açıklama bekleyen soruyla karşı karşıya kalmıştı. Aslında bir açıklama yapmasına gerek bile yoktu...
   “haftanın 2 günü buraya gelirken kim sana eşlik ediyorsa onun yanında olman gerekmez mi?”
   Piyanist, hem iğneleyici hem de alaycı olan bu soru karışımı cevaba hazırlıksız yakalanmıştı. Aptal, bir an için kıskanıldığını zannetti.
   “gerekir mi? Bence gerekmez...”
   Tekrar döndü ve yokuşu çıkmaya başladı. Arkasından gelen adımları duyuyordu. Piyanist her zamanki gibi ısrarcı ve küstahtı. Kuledibine gelince durdu ve “polis çağırmamı istemiyorsan beni takip etmeyi bırakırsın!” dedi. Kuledibi o saatte kalabalıktı. Yanından gelen geçen insanlar onun bir sapıkla başının dertte olduğunu rahatlıkla düşünebilirdi. Fakat ne yazık ki piyanist ünlü biriydi. Kimse ona kolayca “sapık” damgası yapıştıramazdı.
   Omuzlarına uzanan dolgun saçlarını savurdu ve Cihangir’deki evine doğru İstiklal boyunca yol aldı. Piyanist ne kadar salaktı, kız arkadaşı onu aynı barda gelmediği günler bir başkasıyla aldatıyordu. Gerçi piyanist de o kumral güzeli kendisiyle aldatıyordu. Ne samimiyetsiz, diye geçirdi içinden ve bir kez daha iğrendi...

Devamı; Send'room 3

Ekim 25, 2012

Send'room


   Koyu kestane, omuzlarına uzanan saçları güneşte kızıllaşmış bir şekilde parlıyordu. Dağınık bıraktığı tutamlarının arasında yuvarlak yüzü iyice kaybolmuştu. Kahverengi iri gözleri, kenarlarına çektiği siyah kalemle puslu ve çekici bir hal alıyordu. Kırmızı dudakları iri gözlerinin altında iyice gölgelenmişti. Yüzüne baktığında insanı tekrar kendine çeken bir ifadesi vardı. Yapamıyorum, kendimi ondan alamıyorum... derken göğüsünü titreten dumanı içine çekti. Son moda kolunun iki katı büyüklüğündeki saatine baktı, pahalı olduğu her halinden belliydi. Zaman ne kadar çabuk geçiyor, diye geçirdi içinden. Hem gitmek istiyordu hemde gitmemek için elinden geldiğince oyalanıyordu. Peki bu çelişki neden? Uzaklaşmalıydı, ona zarar vereceğini bile bile kendini alamamıştı. Siyah paketindeki sigaralara baktı, bugün yeterince içmişti.
   “Seni evine bıraksam iyi olacak, işe geç kalacaksın...” dedi. Cevap alamadı. Karşısındaki iri gözler umarsızca ona bakıyordu. Bu durum söyleyeceklerini daha da zorlaştırıyordu. O gözler karşısında söylemek istediklerini nasıl dile getirebilirdi ki... Cesaretini topladı, “bak, seni hayal kırıklığına uğratmak istemezdim, fakat, biliyorum yanlıştı hiç yaklaşmamalıydım sana, en baştan uzak olmalıydım” kelimelerini toparlayamıyor yarım yamalak birşeyler geveliyordu derken zaten söylediği tek cümle ile onu çileden çıkarmayı başarmıştı. Hayal kırıklığına uğratmak...
   “Hayal kırıklığına uğramak mı?” ince tınıları olan o yumuşak ses birden sertleşmişti, “karşıdan baktığın zaman cidden öyle mi gözüküyorum? Sen tam bir budalasın! Yüksek egolarının altında ezilen bir ahmak! Bana baksana, sen önüne gelen her kızı yatağına atmak için bu kadar para harcarmısın? Ahh ne kadar yazık, beni hayal kırıklığına uğratamadığın için senin adına üzgünüm.” Ayağa kalktı, tam gidiyordu ki, “unutmadan, kız arkadaşına selam söyle benden, erkek arkadaşını bu kadar pahalı oyuncaklarıyla işgal etmek istemezdim!”
   Kız arkadaşına selam söylemek mi? Eski kız arkadaşına geri döndüğünü nereden biliyordu? Emin adımlarla arkasını dönüp giden o kızın arkasından donup kalmıştı. Aslında haklıydı, eski kız arkadaşını tekrar hayatına sokan güçsüz bir budalaydı! Yüksek egolarıyla beraber oradan buradan yatağını süsleyecek beden arayan bir ahmaktı! Birini daha hayal kırıklığına uğratamadığı gerçeğinin altında ezilen bir zavallıydı. Peki neden bu kadar şaşırmıştı? Oysa o da hepsi gibi sıradan bir kız değilmiydi? Telefonu çalıyor fakat o hiçbir şey duymuyordu, derken nihayet fark etti ve “Ne var?”, telefondaki eski ve henüz barıştığı kız arkadaşıydı.
   “Ne, ne var??”
   “Pardon, çalışıyordum. Bir şey mi oldu?”
   “Akşam Ayşen’in doğumgününü kutluyoruz, 7’de evde ol!”
   Herhangi bir veda yada onaylama sözcüğü olmaksızın telefonu kapadı.
   
   Mesai saati başlamıştı. Galata’nın taşlı yollarını hızlı adımlarla yürürken bir yandan da hayatına bulaşan gösteriş budalası kızıl tonlu sarışın, uzun boylu ve ince yapılı olan çocuğu düşünüyordu. Onunla barmaid’lik yaptığı şarapevinde tanışmıştı. Aslında çocuk gelip onunla tanışmıştı. Defalarca ilgisini görmezlikten gelip işini yapmaya devam ediyordu. Fakat o her seferinde bir yolunu bulup dikkatini çekmeyi başarıyordu. Çok güzel bir yüzü olmasa da dayanılmaz bir cazibesi vardı. Nazik, yumuşak davranışlı kısacası bir bayana nasıl davranılması gerektiğini biliyor ve bunu ustaca yapıyordu. Gizemli, kendisini ona iten anlayamadığı bir elektrik vardı. Oysa genel olarak baktığında tipi bile sayılmazdı.
   İri gözlerindeki rimel biraz akmış, yüzü de solgun görünüyordu. Saçlarını topladı, makyajını tazeledi. Yeni ütülenmiş beyaz gömleğini dikkatlice ilikledikten sonra siyah önlüğünü bağladı ve barın arkasındaki yerini aldı. Barmaid’liği sadece işi öğrenmek için yapıyordu. Hayalinde dünyanın dört bir yanından ithal ettiği şarapları derleyeceği, sadece şarap ve peynirin menüde yer alacağı butik bir işletme açmak vardı. Bunu en iyi şekilde yapabilmek için de işin mutfağına girmeyi tercih etmişti. Ailesi yeterince varlıklıydı fakat o, bu gücü kullanmak yerine kendi ayakları üzerinde durmak istiyordu. Kısacası, onu barın arkasında gören çok yanlış tanıyordu. 
   Gelen siparişlere göre kadehleri doldururken gündüz yaşadığı ve anlam veremediği olayı aklından temizlemeye çalışıyordu. Gerçi anlam vermeye de çalışmıyordu, erkek milleti dedi ve işin içinden çıktı.
“..... şişe ve iki kadeh lütfen!”
Ses tuhaf bir biçimde tanıdık geliyordu. İstenilen şişe çok özel ve sadece bu şarap evine has 2000 yılına ait bir kırmızıydı. Ve bunu sadece bir kişi içerdi. Kadehi barın diğer yanında duran müşterinin önüne koydu ve bir el kadehinin üzerindeki elini kavradı.
“Bana eşlik eder misin?”

Devamı; Send'room 2

Ekim 16, 2012

Dogdugum Güne Ithafen...

"Bir varmış bir yokmuş.. Bundan 25 sene evvel çırpı gibi çirkin mi çirkin bir kız çocuğu dünyaya gelmiş. Bu kız çocuğu o kadar zayıfmış ki anne babası, anneannesi - babaannesi, teyzesi - halası hatta dayısı kısacası etraftaki herkes ona "yaşamaz bu çocuk, 2 güne kalmaz ölür..." gözüyle bakıyorlarmış. Çok zor bir doğum gerçekleşmiş, anne o kadar kan kaybediyormuş ki hani canı gitti gidecek derler ya, o hesap... Kız çocuğu ölecek diye beklerlerken, anne ölümün eşiğine gelmiş..."
Güçlüyüm, duygusalım, umursamaz ve gaddarım, yumuşak kalpli ve yufka yürekliyim... Ayakta kalma mücadelesiyle daha doğduğum gün tanıştım. Bugün benim doğum günüm. Arayan soran herkese teşekkür ediyorum, fakat her şeyden önce beni canı pahasına da olsa bu dünyaya getirdiği için o kutsal varlığa teşekkürlerimi bir borç biliyorum. İyi ki varsın ANNECİĞİM...

Ekim 09, 2012

O Eskiden(di)...

“Zaman geçtikçe insanın türlü türlü huyları çıkar” derlerdi de inanmazdım. Meğersem can çıkar da huy çıkmazmış, bilemezdim… Gün geçtikçe kendimi bir nebze daha keşfediyorum. Bu anlamdaki son noktayı ise daha dün gittiğim Fenerbahçe-Beşiktaş derbisinde koymuş bulunmaktayım. Yıllarca içimde canavar ruhlu bir holigan beslemişim de haberim yokmuş, geç de olsa nihayetinde öğrendim. Neyse, efendime söyleyeyim yepyeni türlü mü türlü ortaya karışık absürd hareketleri benliğime eklediğimden bahsediyordum ki, derbinin haneme verdiği mutluluktan dolayı bu konuya değinmeden de edemedim.  Son kez ‘neyse’ diyorum ve konuya giriyorum…
Alkolü bu kadar seven, onu her ortamda koruyan, bir güvercinin yavrusunu akbabalardan sakınır edasıyla kanatları altına alan harika varlık ben, alkolü bıraktım. Evet, evet yanlış duymuyorsunuz. Ben resmen ALKOLÜ BIRAKTIM. Eee, yeni yeni huylarım çıkıyor diye boşuna konuşmuyorum burada. Hatta tam olarak 1 hafta sonra, ayrılığımızı ilan edeli 1 ay olacak. İnanılır gibi değil ama gerçek... Haklısınız tabi, ilk başta ben bile kendime inanmakta  güçlük çekerken, etrafımın inanmaması çok normal.
Yer: Nişantaşı
Etkinlik: FNO, nam-ı diğer fashion night out
Katılımcılar: Ben ve 2 hatun
Gece her zamanki gibi çok güzel başlamıştı, gerçi içinde benim bulunduğum bütün organizasyonlar güzel başlar yaa neyse daha fazla megolomanlık yapmıyım, Nişantaşı’nın göbeğinde herkes podyumdan çıkmış edasıyla yürüyor, pardon 15cm topuklularının üzerinde yürüyemiyordu. Ben ve diğer iki arkadaşım kalabalığın ortasında, zamanın kötü ve kollayacak yerlerimizin olduğu bilinciyle kendimize uygun bir yer anca bulabilmiştik. Her zamanki gibi etrafıma saf saf bakıyorken aklımdan geçenleri yine hiç düşünmeden söylemiştim… “yaww bu moda da erkekleri iyice gay’imsi yaptı. O ne ya öyle, utanmasalar şortlarını g*tlerine kadar kıvıracaklar!” sevmiyorum işte elde değil, aklımdan geçenler dilimde bitiveriyor. Erkek dediğin erkek gibi olmalı, moda dediğin erkek için nedir ki, biz elimizin hamuruyla nasıl erkek işine karışmıyorsak siz de bizim işimize salça olmayın. Zira metroseksüel olucam diye soytarıya dönüyorsunuz. Hele o ağaç gövdesinden farksız bacaklarınızı kısacık şortlarla süslemiyor musunuz, gözlerim şenleniyor yemin ederim. Kısacası hoş olmuyor beyler benden söylemesi.
   Neyse, o gün öyle bir kalabalık vardı ki yani öyle böyle değil, kafa karışıklığında içmesen de sarhoş olursun. Neyse gelen garsona 2 şarap, 1 soda sipariş ettikten sonra başladık muhabbete. Dakikalar, saatler geçiyor derken ikinci siparişi yine 2 kadeh şarap ve 1 adaçayı olarak verdik, muhabbete kaldığımız yerden devam ettik. Saatler ilerliyor, konuşuyoruz derken haliyle hazır canımız sıkılmışken mekan değiştirelim dedik lakin, kalkmamızla birlikte bir daha yer bulamayacağımız gerçeği bize eşlik etti. “3 bayana yer mi yok yaa!” diye kendimizi kalabalığa karşı telkin ettikten sonra kılıcımızı kuşanıp başladık civardaki kafeleri dolaşmaya. Kah orası, kah burası derken nihayet bir yer bulabilmiştik ki, 4 arkadaşımızın daha bize eşlik etmesiyle birlikte elde olan son kaleyi de kaybettik. İş yorgunluğu ve içmemenin bana vermiş olduğu rehavetle daha fazla dolaşamazken yukarıdaki sesimi duymuş olacak ki önümüzdeki masadan tam 6 kişi kalktı. Biz de yolda ganimet bulmuş gibi gülen suratlarla bekleme yapmadan sırasıyla dizildik. Ortam kalabalık, e muhabbet de yerinde derken garsona “sıcak neler var” diye soru yönettim. Fakat sorduğum soru tam anlaşılmamış olacak ki, “mutfak kapandı hanımefendi” gibi anlamsız bir cevap aldım. Hayır yani anlamıyorum ki barda hiç su kaynatmıyor mu bu adamlar. Neyse, zaten uyku gözlerimden akıyorken daha fazla direnmeden siparişleri verdik vee; 2 long island, 2 bira, 2 kadeh şarap ve 1 bol buzlu ayranla geceye son noktayı koymuş bulundum!
Yer: Bir balıkçı
Etkinlik: Rakı&Balık
Katılımcılar: Ben ve bir çift
Aslında gün bu sefer gerçekten güzel başlamıştı. Sağlıklı yaşam adına o gün canım sadece 'balık' yemek istiyordu. Bu fikrimi çok sevdiğim, bir çift olarak da takdir ettiğim arkadaşlarımla paylaştım. Lakin bilemezdim ki çok yanlış kişilerle paylaşmışım. Biri Trakyalı, diğeri Antepli olarak ben “balık” diyince yanına hemen “rakı” sözcüğünü yapıştırdılar. Oldu mu şimdi sana rakı&balık? Oysaki benim niyetim sadece herhangi bir kafeye gidip balık yemekti. Orası mı burası mı diye düşünürken kendimizi pek de hoş bir balıkçı da bulduk.
-Sen şimdi içmiycek misin?
-Yok, içmiycem!
-Hadi lan ordan, dolduruyorum…!
-Sakıınn! İçmiycem işte
-Walla mı?
-Neden kimse bana inanmıyor allaamm!
Güzelim mezeler yanımdan gelip geçerken ben sadece ızgara deniz levreği ve limonlu sodamla büyük bir direnç örneği göstererek harika bir gecenin daha sonunu getirmiş bulundum. Nihayetinde alkolü bıraktığıma en son inanacak arkadaşlarımı da bu şekilde ikna ettikten sonra, artık kimsenin beni tutabileceğini sanmıyorum. Tamam, alkolü tam anlamıyla bırakmış değilim ama haftanın her günü içmek yerine artık bir gün içiyorum, o da sınırlı. Diyorum ya yepyeni huylar ekliyorum kendime, ekliyorum lakin çıkartabilene aşk olsun. Hiç olmasa da bir deneyin derim, hayat böyle en az kafam kadar güzel...

Ekim 03, 2012

Ekim gelmis, Hos gelmis...

   Esti, gürledi, yaktı, kavurdu derken bir yaz mevsiminin daha sonunu görmüş bulunuyoruz. Başta Mikail olmak üzere yayında ve yapımda emeği geçen tüm boyut mensuplarına teşekkürlerimi bir borç bilirim. Keşke bir haber verseydiniz de Ekim geldiğini anlasaydık ne de güzel olurdu...
   Ekim gelmiş, hoş gelmiş lakin bana pek bir sefa getirmemiş. Hatta soruyorum, neden geldin a Ekim? Gelme bence sen git. Üzerinden atlayalım senin, yok sayalım. Ben bir yaşıma daha girmemiş olur, sen sağ ben selamet yaşar gideriz. Hatırlatmış gibi olmayayım ama doğum günüm pek bir yakın. Kısacası dengesiz mi dengesiz bir Terazi burcuyum. Hatta o kadar dengesizim ki yazımın sonunda Terazi burcunun ne kadar dengeli olduğunu savunabilirim. Neyse asıl konumuza dönelim. Hatırlıyorum daha dün 18 yaşındaydım. Bir dizi küçük dağları yaratmış edasıyla, sanki bir bok olmuş gibi 3 gün 3 gece kutlama yapmıştım. Zaman ne çabuk geçiyor oysaki... Lakin bilemezdim 18'den sonra ipin ucu kaçıyormuş. Adam yerine koyulmak için senelerce uğraştım o yıllar geçmedi, sen gel 18 ol sonra 30'una nasıl geldiğini anlama (ps: henüz 30 olaccak kadar yaşlanmadım). O yıllarda ablam bana lolita diye hitap ederdi, bende sanki kötü bir şey söylüyormuş gibi "ablaa ayıp oluyo ama!" diye uyarır utanıp, sıkılırdım ahh salak ben!! Meğersem çok iyi bir şey demekmiş şimdi anlıyorum. Cidden çıtırdım, bir içim su derler ya... Yıllar geçtikçe, insanın sırtına sorumluluklar yüklendikçe yaşlandığını, daha doğrusu büyüdüğünü fark ediyor. Şimdi şimdi anlıyorum 18'inde bir birey olunmadığını. Reşitsin belki ama hala çocuksun. Evet, gece kulüpleri nüfus kağıdını görünce seni içeri alıyor ama dönüp hala babandan para istiyorsun. Seni idare etsin diye annenle koordineli çalışıyorsun. Kısacası hala bir zavallısın. Çöp adamsın işte anla be çocuk! Derler ya dün boktu bugün koktu, işte o hesap... 18 yaşımdaki hareketlerimi şimdiki bana yapıyor olsaydım, hiç acımadan suratımın orta yerine çakar "artistliğin kime ergen!" diyerek kendimi yine kendime aşağılardım. Böyle de gerçekçiyim kahretsin! Neyse uzun lafın kısası, Ekim ayı beni hem maddi hemde manevi yönden epey etkiler. "Maddi yönden neden etkiliyor ki?" dediğinizi duyar gibiyim. Efendime söyleyeyim, bundan 9 ay önce ebeveynlerimizin libidosu pek bir yüksekmiş. Yememiş içmemiş, bazıları içmiş kaza kurşunu olmuş o ayrı, hepsi bir anda çiftleşmişler. Hemen hemen bütün arkadaşlarım ben de dahil olmak üzere bu ay doğmuşuz. Ee, doğum günüydü, kutlamasıydı, hediyesiydi ıvırı zıvırı derken ay sonunu görebildiğim pek söylenemez. O yüzden mi, ay sonu kapalıyım canım rahatsız etmeyin beni. İşin manevi boyutuna gelecek olursak, bence hiiiç gelmeyelim her şey zaten ortada. Yaşlanıyorum işte ötesi var mı! Fakat şunu söylemeden de geçemeyeceğim; Her yaşın bir güzelliği var en güzel çağımdayım! 
   Gencim, ee güzel de sayılırım, işim gücüm yerinde kendi paramı kazanıyorum. Kah orada, kah buradayım... Daha ne diyebilirim ki? Sadece şunu söylüyorum, yazdıklarımı dikkatli okursan 'mutluluk' dediğim şeyi son iki cümlemin arasında bulabilirsin...
                                                                                                                   Sevgiler...