“Prensip olarak mesai saatlerinde içmiyorum” dedi.
“Haklısın, kabalık ettim bir kadeh lütfen!”
Kadehi granit barın üstüne koydu ve şarap şişesini ustaca
açarak kan rengi şarabı kadehe doldurdu. Yüksek girişli, ilk bakışta mahzeni
andıran şarap evi hoş ve loş aydınlatmalarla insanı daha da çekici kılıyordu.
Karşısında duran adam ünü Türkiye sınırlarını aşmış bir piyanistti. Farklı
hobileri olan insanlar her zaman ilgisini çekiyordu. Fakat bu adamda olmayan, ona uymayan bir şey vardı. O da ısrarı...
Hizmet veren bir yerde çalışıyorsan üstelik burası
bir bar ya da restoransa kim, hangi periyotlarda, hangi günlerde kiminle ya da
kimlerle geliyor ister istemez biliyorsun. Piyanist, haftanın 2 günü kumral
uzun saçlı, yeşil gözlü, ince uzun yapılı kısacası manken gibi bir bayanla gelir,
bir kaç saat oturur ve 23:30 gibi barı terk ederdi. En sinir olduğu durum ise
yanında bayan olan erkeklerin tüm çapkınlıklarıyla kendisine bakış atıyor
olmasıydı. Fakat bu piyanist o en nefret ettiği davranışı yapmıyor, onun
haricinde haftanın 2 günü yalnız gelerek barda tek başına olmayı tercih
ediyordu. Zaten bu, hepsinden daha sinir bozucuydu. O akşam piyanist yine
yalnız gelmişti ve işini yapmasına engel oluyordu. İranlı genlerinden aldığı
iri gözleriyle sert bir bakış atarak “rahatsız
etme!” demek istedi. Aslında bu kadar ısrarcı olmasa piyanist, ilgisini çekebilirdi.
Fakat ne yazık ki ısrarcı tipler yer yüzündeki eşsiz yakışıklı olsa bile onun
gözünde bir hiçti...
Çalıştığı şarap evi butik bir iştelme olduğu için 24:00’te
kapanıyor, o da 00:30 gibi işlerini tamamlayıp evine gidiyordu. Barı temizledi,
kadehleri teker teker dizdi ve paydos vakti geldi. Siyah önlüğünü çıkarıp beyaz
gömleğini dikkatle astıktan sonra pudra rengi altın düğmeli ipek gömleğini
ilikledi. Esmer tenine bu renk çok yakışıyordu. Postacı tipi çantasını omzundan
geçirdi ve kapıyı açtı.
Kapının hemen solundaki ahşap taburede oturmuş, sigarasından
son bir nefes alan piyanisti gördü, görmezlikten geldi. Kuledibine çıkmak için
biraz yokuş yürümesi gerekiyordu, adımlarını yokuşa yöneltti.
“seni bekledim...” çatallı, karizmatik bir ses tonu onu
durdurmuştu.
“farkındayım!”dedi sert bir sesle, o yumuşak tınısından eser
yoktu.
“o zaman neden beni görmezlikten geliyorsun?”
“öyle gerekiyor”
“öyle mi gerekiyor, neden?”
Döndü, bir açıklama bekleyen soruyla karşı karşıya kalmıştı.
Aslında bir açıklama yapmasına gerek bile yoktu...
“haftanın 2 günü buraya gelirken kim sana eşlik ediyorsa onun
yanında olman gerekmez mi?”
Piyanist, hem iğneleyici hem de alaycı olan bu soru
karışımı cevaba hazırlıksız yakalanmıştı. Aptal, bir an için kıskanıldığını
zannetti.
“gerekir mi? Bence gerekmez...”
Tekrar döndü ve yokuşu çıkmaya başladı. Arkasından gelen
adımları duyuyordu. Piyanist her zamanki gibi ısrarcı ve küstahtı. Kuledibine gelince
durdu ve “polis çağırmamı istemiyorsan beni takip etmeyi bırakırsın!” dedi. Kuledibi
o saatte kalabalıktı. Yanından gelen geçen insanlar onun bir sapıkla başının
dertte olduğunu rahatlıkla düşünebilirdi. Fakat ne yazık ki piyanist ünlü
biriydi. Kimse ona kolayca “sapık” damgası yapıştıramazdı.
Omuzlarına uzanan dolgun saçlarını savurdu ve Cihangir’deki
evine doğru İstiklal boyunca yol aldı. Piyanist ne kadar salaktı, kız arkadaşı
onu aynı barda gelmediği günler bir başkasıyla aldatıyordu. Gerçi piyanist de o
kumral güzeli kendisiyle aldatıyordu. Ne
samimiyetsiz, diye geçirdi içinden ve bir kez daha iğrendi...
Devamı; Send'room 3
Devamı; Send'room 3
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder