Nisan 26, 2012

Biri Var Aslında


Biri var aslında,
   Beklemediğim anda gelen zamansız biri,
Biri var aslında,
   "Nasıl olur ki?" dediğim, yaklaşmaktan korktuğum biri,
Biri var aslında,
   'Acaba' dediğim fakat adını koyamadığım biri,
Biri var aslında,
   Benim gibi olan, benden olmayan biri,
Biri var aslında,
   Yakında gibi gözüküp, aramızda uçsuz bucaksız yollar bulunan biri,
Biri var aslında,
   Geldiğinde "hoşgeldin" diyemediğim, giderken "güle güle" demek istemediğim biri,
Biri var aslında,
   Konuşurken benliğimi alıkoyan, gözlerinden kendimi alamadığım biri,
Biri var aslında,
   "Bunca yıl sen nerelerdeydin?" dediğim, dile getiremediğim biri,
Biri var aslında,
   Yolunu gözlediğim, seneler boyunca gelmeyen biri,
Biri var aslında,
   "Biri var aslında" dediğim, aslında olmayan biri...

Nisan 25, 2012

To be continued... (part-4)


   Eski İstanbul diye tabir ettiklerimiz ne ise, Üsküdar da o'dur. Bu semtte yaşıyor ve evin biraz da olsa boğaz görüyor ise ya solunda Tarihi Yarımadayı, ya karşında Dolmabahçe Sarayını ya da sağında Ortaköy Camii'ni mutlaka görürsün. İşte o zaman bu modern silüetin önünde dimdik ayakta duran gerçek İstanbul'la her gün selamlaşırsın...
   Akşamüstü henüz 5 civarı fakat hava iyiden iyiye kararmıştı. Kışın habercisi olan bu belirtiler melankolik halimi daha da bunlatmaya yetip artıyordu. Geniş penceremin önünde sabahtan beri oturduğumu farkettim. Zaman nasıl, ne yaptım da geçti gerçekten bilemiyorum. Sofi olmasa düşünceler arasında boğulurken belki sabah olduğunu bile farketmeyecektim. Neyse ki karnı acıkmış ve huysuzlanmaya başlamıştı. Mamasını vermek için mutfağa ilerlerken aynadaki halime gözüm ilişti. "Aman Allahım bu ben olamam!" Son günlerde hiçbir şey yemiyor sadece kahveyle besleniyordum. Aynada gördüğüm kişi Belin'den ziyade hastalıklı bir bedene aitti. Kendime hayret ettikten sonra "bir şeyler yesem iyi olacak" dedim ve buzdolabını açtım. Ne yazık ki orası da tıpkı benim gibi kurumuş, tabiri caiz ise tam takır kuru bakır olmuştu. Bulduğum bir parça kuru ekmek üzerine labne peynir sürdüm ve küçük dilimi yemeye çalıştım. İçimdeki histerik duygularla birlikte ekmek bana, ben ona bakıyor bir lokma daha almak içimden gelmiyordu. İnsanın ruh hali öyle bir şeydir ki, bazen ufacık incir çekirdeğini doldurmayacak bir nedenle salya sümük ağlamaya başlarsınız. Tezgaha yaslandım ve "bir lokma ekmek yemeyi bile beceremedim" diyerek hüngür hüngür ağlamaya başladım. Öyle ağlıyordum ki göz yaşlarımdan sel değil taşkın olurdu. Biraz sakinleşebilmek için dirseğimin tersiyle sümüklü burnumu ve akmış göz makyajımı sildim, balkona doğru ilerledim. Temiz, yosun kokan havanın iyi geleceğini düşünerek kenarda duran beyaz ferforje işlemeli sandalyeye oturdum. Önümden vapurlar, gemiler, tekneler geçip duruyor fakat ben tek bir yere odaklanmış duruyordum, Cihangir'e... Bu hale gelmeme sebep olan kalbimin orada attığı Hürrem'in sakat oğlunun adı verilmiş o küçük semte...
Üsküdar'dan Cihangir'e bakış
   Son anda aşkını anladığım adamın peşinden İstanbul'a gelmiştim. Her ne olacaksa olsun diyip tüm kariyerimi, tüm geleceğimi bir kenara itip aşkımın peşinden sürüklenmiştim hayallerimi. İskender olmadan Amerika'da değil bir kaç sene, bir kaç gün dahi duramazdım. Meğer hayatımın odak noktası, boş bardağım, saç fırçam, kapanmayan kapım, bozuk cd çalarım hepsi o'ymuş. İskender Türkiye'ye döndükten sonra New York'ta yalnız yaşamaya ancak 1 ay dayanabilmiştim. 1 ay sonunda da boş yer bulabildiğim ilk uçakla İstanbul'a döndüm. Dönerken öyle heyecanlı, öyle mutluydum ki, gözüm hiçbir şey görmüyor, dünya yıkılsa kıyamet kopsa zerre umrumda olmaz diyordum. Ne yazık ki gerçekler her zaman olduğu gibi ilk başta yüzünü göstermemiş, güzel başlayan herşey gibi ben de kötü biteceğini farkedememiştim.
   İskender'le her güzel giden ilişki gibi rutin aynı zamanda heyecanlı kısacası enteresan bir birlikteliğimiz vardı. Toplamda 1 yıl kadar herşey öyle yolundaydı ki sadece biz değil etrafımızdaki herkes ilişkimize "siz evlenirsiniz kesin" gözüyle bakıyordu. Güvenilirliğine inandığım bu birliktelik nedeniyle ailemi de ikna ederek 1 yıl sonunda hayatımı İstanbul'da devam ettirme kararı aldım ve kariyerime bir adım olsun diye çok uluslu, kurumsal bir şirkette işe başladım. Her ne olduysa, ilişkimize kim göz koyup nazar değdirdiyse 1 yıl sonunda tüm yaşamım tepe taklak oldu. Düşünsenize "benim canımın içi, hayat kaynağım" dediğiniz insan nedensiz bir şekilde hayatınızdan çıkıp gidiyor ve siz neden böyle olduğu konusunda hiçbir şey öğrenemiyorsunuz. Öyle bir durum ki, sanki yer yarılmış da o içine girmiş, ya da uzaylılar almış götürmüş... Nasıl bir terkediliş olduğunu anlamlandırmaya çalışırken bir yandan da hayatıma devam etmeye çalışıyordum. Sabah evden çıkıp işe, işten çıkıp eve, evden balkona, balkondan da Cihangir'e... Neden oraya bakmaya devam ettiğimi ben de bilmiyorum, sonuç olarak anılarımızın dolu olduğu o sıcak evden çoktan taşınmıştı.
   Soğuyan hava ve kararan gökyüzü irkilip üşümeme neden oldu. Hasta olmamak için içeri geçmeyi tercih ettim. Fakat bu sefer de duvarlar üstüme geliyor evin içinde boğulacak gibi oluyordum. "Burada duramam" diyip montumu üzerime aldım ve kendimi sokağa attım. Hava kararmış esnaf yavaş yavaş kepenklerini indirmeye başlamıştı. Dakikalar geçtikçe kışın yaklaşmasıyla birlikte kararan hava, neredeyse buz kesiyordu. İliklerime işleyen rüzgara aldırmadan kaldırımda ilerliyor, yine yeniden "acaba neden?" diyerek kendime, cevaplayamayacağım sorular soruyordum. Bu düşünceler içerisinde birkaç adım daha attım ki, acı bir fren sesi reflekslerimi açıp uyanmama neden olana kadar...

Nisan 23, 2012

Bana Her Gün 23 Nisan


23 Nisan neş'e doluyor insan...

   O eskidendi canım! Şimdi neş'e değil, dert, keder doluyor insan. Hatta o kadar doluyorum ki ağlamamak için göz yaşlarımı zor tutuyorum. Zira ağlasam sadece yer değil, dağlar tepeler bile sular altında kalacak o yüzden mi sizin de hayrınız için çenemi tutmayı tercih ediyorum. Aslında çok güzel bir güne uyanmıştım, kuş seslerinin hareketlendirdiği, yaz rengi güneşin perdenin arasından süzüldüğü harika bir güne... Tabi hal durum ben ve saçmalıklarım olunca, bugünü de başlamadan itinayla mahvettim.
 
   23 Nisan denilince benim aklıma gelenler pamuk şekeri, uçan balon, lunapark ve daha fazlası... Tabi en önemlisi çocuk olmak geliyor. Boy sırasına dizildiğimiz, "acaba sıralamada kaçıncı olucam!" diye tasalandığımız, bayrak-filama taşımak için birbirimizle yarıştığımız, "ööretmen beni gösteriye alsa da derslerden yırtsam!" dediğimiz harika çocukluk yılları...
 
   O değil de yaş büyüyor arkadaş! 23 Nisan'ı bırak, 19 Mayıs'lık halimiz bile kalmadı. Öyle bir yaştayım ki, ne kendime genç diyebiliyorum ne de olgun... Hoş gerçi işime gelince olgun, işime gelince gencim ya neyse... Böyle kafa yormaktansa en iyisi mi her ayrı günde ayrı bir "ben" olmak. Çocuklar gününde çocuk, kadınlar gününde kadın, anneler gününde anne, babalar gününde baba... O zaman bugün günlerden 23 Nisan ise tercihim çocuk olmak. Elime pembe renkli pamuk şekerimi aldım, diğer elimde uçan balonumla bayrak sallayıp gözlerimi kapıyorum belki bir kaç dakikalığıns da olsa çocuk olurum umuduyla!

   Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı'mız' kutlu olsun!

Nisan 20, 2012

To be continued... (Part-3)


   --İskender eve dönmüş, sanki duvarlar onu yargılıyormuşçasına duyduğu hislerle dönüp duruyor adeta kendi iç sesiyle tartışıyordu. Elleriyle kafasını tutup kendine vurmaya başladı. Böyle yaparak aklındaki bütün düşünceler yok olup gidecekmiş gibi geliyordu, ne yazık ki başarılı olamadı. Peki şimdi ne yapmalıydı? Açıkça Belinle konuşarak aşkını ilan mı etmeliydi, yoksa hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam mı etmeliydi? "Lanet olsun!" diyerek New York'a gelmesine sebep olan ilişkisi aklına geldi. Hayatını alt üst eden unutamadığı o kadından sonra İskender'in tekrar aşık olmaya hiç niyeti yoktu. Sakinleşmek için Manhattan'ı en güzel yerinden gören camının önüne yerleştirdiği vizon rengi deri koltuğuna uzandı ve düşünmeye başladı. Olduğunu kabul etmediği fakat herşeye rağmen gerçekleşen olayla yüzleşmek üzere aklındaki karmaşayı şehrin puslu silüetine bıraktı...
 
Manhattan from EdgeWater
   --Kafasını kurcalayan bu durumu biraz olsun aklından çıkarabilmek için Eastvillage'ın yolunu tutan Belin, "İskender neden böyle yaptı?" sorusuyla  birlikte elinden eksiltmediği Four Roses marka viskisini yudumlayarak sabaha kadar düşündü. 'Aşk' sözcüğünün ihtimal dahilinde bile olamayacağını düşünerek bu davranışın temelinde yatan nedeni bulmak üzere aklını biraz daha karıştırdı, fakat yine de bir sonuca ulaşamadı. "En iyisi eve dönüp İskender'le yüzleşmek" diyerek bardan ayrıldı. Önündeki ilk taksiye atlayıp, "Edge Water, please!"
   Neredeyse gün aydınlanmak üzereydi. Taksiden inen Belin eve doğru yöneldi. Bu sırada İskender'in evde olup olmadığını düşünüyor, evde değilse nerede olabileceğini tahmin etmeye çalışıyordu. Kapının tamamen kilitli olmadığını farkeden Belin, İskender'in evde olduğunu anladı ve içten derin bir rahatlama hissetti. Evin giriş kapısı sağ tarafta açık mutfak olmak üzere geniş salona açılıyordu. Kapıyı sessizce kapatıp olabildiğince ağır adımlarla ilerlemeye başladı ve camın önündeki koltukta uzanan İskender'i farketti. Gördüğü görüntü ve hissettikleri karşısında kayıtsız kalamayan Belin kalbine saplanan bir sancıyla birlikte, gerçeklerden daha fazla kaçamayarak İskender'e aşık olduğunu kendine itiraf edip, göz yaşlarını içine dökerek sessizce ağlamaya başladı. "Herşey çok güzel olabilirdi!" diyerek aşkını son anda anladığı , yakın zamanda tamamen gidecek olan adama karşı göz yaşları sel olup akmıştı. Odasına geçti ve kapıyı kapattı...

   TK9861 sefer sayılı uçağına yetişmek üzere, bir kaç kişisel eşyasını yerleştirdiği ufak bavulunu eline aldı İskender. Sanki o gün hiç yaşanmamış gibi uçak gününe kadar normal bir şekilde hayatlarına devam etmişlerdi. Fakat şu an ikisinde de ne dayanacak güç ne de bekleyecek dakika kalmıştı. Bu sessizliği bozan Belin göz yaşlarına daha fazla hakim olamayarak,
   "İskender, gitme lütfen seni seviyorum..." 
   Seni seviyorum... İskender bu kelimeyi sanki Belin tekrarlıyormuşçasına defalarca işitiyordu. Tek bir kelime dahi etmeyen İskender, Belin'e yaklaştı ve apayrı hislerle ilk defa Belin'in dudaklarına dokundu.
   "Hoşçakal!"
   Bavulunu eline alan İskender arkasına hiç bakmadan kapıyı kapattı, sonuç olarak ardına bakarsa bir daha geri dönemeyecekti. Evin önünde onu havaalanına götürmek üzere bekleyen taksiye atladı ve JFK havalimanına doğru ilerledi.

Benden Model Olursa


   Telaşlı bir 'Cumartesi'nin başlangıcıydı. Yani en azından telaşlı bir gün olduğunu caddenin gürültüsünden anlayabiliyordum. Uykumun en derin yerinde türlü rüyalar görürken, kurduğum hayalleri de yanıma alarak en güzel diyarlarda dolanıyordum. O kadar güzel dakikalardı ki, rüya olduğunu bildiğim halde uyanmak içimden hiç gelmiyordu. Taa ki korna seslerinden oluşan lanet bir ses kulaklarımı tırmalayana kadar. Sabah sabah Chucky vari gözlerle irkilerek uykumdan fırladım! "O korna var ya ...... girsin!" 
   Yorgunluktan ağırlaşmış gözlerimi açmakta dahi zorlanırken, millet uyanmış hatta günü akşam etmişti. "Biraz daha uyumalıyım" diye sayıklayarak yüzümü yastığa yapıştırırken, korna sesleri huzurumu ve uykumu kaçırmıştı bir kere! Lanet olsun, uyandıktan sonra tekrar uyuyamama gibi beter bir huyum vardır. Bin bir dil, din, kültür ayırt etmeksizin oluşturduğum küfür haznemden bir parçayı seçip başta taksiciler olmak üzere ilgili yerlere iletiyordum. "Neyse hazır uyanmışken magazin programlarını izliyim bari" diyerek adeta sürünürcesine yatağımdan ayrıldım. Salona doğru ilerlerken zamanında aldığım Gaffur varii çizgili pijamalarımla gözüm aynaya takıldı. "Yoo bana bakan bu şahıs kesinlikle ben olamam!" Sabah sabah ne kadar çirkin ve sevimsiz olduğum konusunda kendimle hem fikir olduktan sonra, biraz daha aynaya bakarsam kendimden iyice nefret edeceğimi düşünerek karşımdaki Fulya'yla vedalaştıp salona doğru ilerledim. Kumandayı elime almış tam televizyonu açmak üzereyken telefonum en eğlenceli ve gürültülü haliyle çalmaya başladı. Ekranda yazan ismi okumaya çalışıyordum fakat henüz uyanmış olmanın verdiği mahmurlukla çift görüyordum. "Aman Allahım ben nasıl unuttum" diyerek telefonu açıp açamama konusunda kendimle tartışmaya başladım. Lakin arayan öyle bir insandı ki, cevaplamamayı aklımın ucundan dahi geçiremezdim. Kaçış yok diyerek,
   "Aloooooo...!"
   "Fulyacım, ben yoldayım hazırsın dimi?"
   "Şeyy, hazır.... Aslında, yaa ben uyandım da ama yeni kalktım yani yatıyordum uyanmıştım ama..." öyle bir dille konuşuyordum ki söylediklerimi ben dahil kimse anlayamazdı.
   "Canım iyi misin?"
   "Yaa ben daha yeni kalktım :("
   "Sana yarım saat veriyorum canım, çabuk ol!"
   Telefonun diğer ucundaki kişi perspektif ve uyumu mükemmel bir biçimde harmanlayan fotoğraf çekmeyi hobi edinen, fakat portre üzerine portfolio hazırlamak isteyen samimi bir arkadaşımdı. Bugün için haftalar öncesinden sözleşmiştik, ne yazık ki erteleyemezdim... Birden aynanın önündeki halim gözlerimin önüne geldi. Fakat bu şekilde bırak poz vermeyi, kameranın arkasına dahi geçemezdim Allah beni kahretmesin!!! Koşarak mutfağa gittim, 'ketıla' su koyduktan sonra extra kafeinli kahvemi bardağa boşalttım. Shot biçiminde yudumladığım fincanımı makineye atarak, saç-makyaj ikilisini yapmak üzere odama ışınlandım. Ayna karşısında aklımca fırçalarla görsel bir show yapmaya çalışırken oluşan komik görüntü kendimle boğuştuğumu resmen kanıtlıyordu. "Mal mal hareketler yapma!" diyerek, makyajımı tamamamlayıp saçıma son şekli verirken en sinsi gerçekle yüzleştim, "peki ben şimdi ne giyicem??" Dolabımın kapağını o hışımla nasıl açtıysam artık, üzerine itinayla dizdiğim ayakkabı kutularım başıma yıkılmıştı. "Allah beni kahretmesin elimin ayarı da yok ki!" Askıda sıralı en güzide parçalarıma göz attıktan sonra bana verilen yarım saatin bitmesine dakikalar kaldığını farkettim. Zaman yaklaştıkça heyecana kapılıyor, kalp ritmimde ufak değişiklikler oluyordu. "Kendine gel lan, heyecandan gebericeksin!" diyerek ilk gördüğüm kot, ceket kombinasyonuyla aynanın önüne geçtim. Kendime şöyle bir baktım, o Fulya'dan eser yoktu. Çok beğenerek aldığım limon sarısı ceketimle,  her ne olursa olsun yine harika gözüküyordum kahretsin! Daha fazla düşünmeye gerek duymadan çantamı kaptığım gibi merdivenlere yöneldim...
   Günler öncesinden kararlaştırdığımız gibi ilk adres Belgrad Ormanı'ydı. Baharın gelişiyle hareketlenen renkleri göz önünde bulundurarak, sarı-yeşil ve tonlarıyla birlikte arkadaşım harika fotoğraflar çekmeyi amaçlıyordu. "Ben ve harika fotoğraflar..." diyerek benden nasıl bir model olacağını anlatmaya çalışıyordum. Belki vazgeçiririm diyerek türlü diller döktükten sonra bu girişimlerimin başarısız olacağını sonunda anladım ve fotoğrafçıya teslim oldum. Poz vermeyi ömrüm boyunca sevmemişimdir, hatta fotoğraf çekileceği zaman bulunduğum ortamdan uzaklaştığım çok olmuştur. Fakat bu seferki, rutinden farklı olarak özel bir çekim olacaktı, kaçamazdım...
   Arkadaşım makinasını eline aldı ve çekim başladı... Aslında yapmam gereken fazla bir şey yoktu, zaten kendisi de doğal fotoğraflar çekmek istiyordu. Çekimden daha çok orman yürüyüşü yaptık diyebiliriz. Fakat yine de arkadaşım deklanşöre her bastığında karşısında utanıp sıkılıyor, adeta un ufak oluyordum. Poz vermek bana göre değil, sonuç olarak 'bir model değilim' diyerek ara sıra arkadaşımın sinirlerini oynatsam da eğlenceli harika bir güne imzamızı atmıştık. Her ne kadar sabah iğrenç bir biçimde uyanmış olsam da, gün başladığı gibi gidecek diye bir kaide yok.

    Bu güzel fotoğraflar için sevgili arkadaşım Yanay Germen'e teşekkürlerimi sunarım...

    İşte eğlenceli günden bir kare...

Nisan 17, 2012

Canını Sevdigim Okul


   Bahar gelmiş milletin yavaş yavaş gönül yayları gevşiyorken, benim yaylarım gevşemeden direkt yerinden fırladı. Zaten bir ayarım olsaydı şaşardım. Aylar süren karakış esaretinden sonra hava güzel hatta mis, insanlar sokaklarda gezip tozuyor, sevgililer her zamanki gibi yaz kış demeden sadece ortam farklılığı yaparak öpüşüp koklaşıyorlar. Ben ise bu güzel günde, üstelik bir pazar günü çok sevdiğim okulumda(!) yerdeki kareleri sayıyordum. Bir, ki, üjj, bejjj, sekis, onaltı, kırkbej.... Şans denen sözcüğün teğet dahi geçmediği günlerimden bir tanesindeyim yine, isyan başlasın!
   Entellektüel, dantellektüel olmak adına girmediğim şekil, değiştirmediğim renk, sentezlemediğim davranış kalmadı, adeta bukalemun olup çıktım. Hatta be sefer daha da beter oldum. Hayır yani benim neyime sertifikadır, paneldir, seminerdir, hemde haftasonu... Hoş, gerçi bana hergün haftasonu ya neyse...
   Mezuniyetimi en şaşaalı biçimde 40 gün 40 gece kutlayıp bir de yetmeyip 1001 gece daha kutlamayı devam ettiren ben, sadece mezun olmanın beş para etmediğini nihayet kavrayınca kendimi geliştirmek adına kimseye zarar vermeden yine türlü oyunlar oynuyordum. Lakin bu olayı diğerlerinden farklı kılan ve beni mutlu eden bir şey vardı ki, o da bu sefer yalnızlığımla baş başa olmamamdı. Kuşların cıvıldadığı, boğaz esintisinin kulakları tırmaladığı bu güzel bahar gününde benimle birlikte lanet puslu yerde tam 43 kişi vardı. Sağ baştan başlayarak itinayla saydığım amfide öğrencisinden çalışanına, ev hanımından, iş verenine kadar herkes bulunuyordu. Kırk bir, kırk iki yok kırk üç hayır olamaz! Derken gözüme çarpan cismi tanımlamaya çalışıyordum. Gözlerim gördükleri karşısında sarılıp, öpüştüklerini iddia ederken, aklım "olamaz" diye itiraz ediyordu. Mantığımla tartışmaya girip "gördüklerime mi inanıcam yoksa sana mı!" diyerek bu sefer kendime değil karşımda duran çifte lanet ediyordum. Zaten bir pazar günü erken kalkmışım, tüm sevimsizliğimle insan dahi görmek istemiyorum, adamlar sabah akşam dinlemeyip sarmaş dolaş karşımda oturuyorlar. Benim bulamadığım ne enerji varmış bu insanlarda...
   Toplamda 4 oturumun gerçekleşeceği bu güzel günde saatler geçmek bilmiyordu. Bir yandan ders dinleyip not almaya çalışıyor, diğer yandan da dışarda olup beni çağıran arkadaşlarıma laf yetiştirmeye çalışıyordum. Sonuç olarak "canım sıkılıyor, kurtarın beni" diyemezdim, kendim ettim yine kendim bulurum çaresini elbet. Saatler ilerliyor ama nedense 4 olmuyordu, sanki 1 dakikayı 5 dakika gibi yaşıyordum. Saate baktığım her zaman diliminde ancak aradan 10 dakika geçmiş oluyor fakat bana saat gibi geliyordu. Lanet olsun, mezun olsam da öğrenci mantığımdan hala kurtulamamışım. Etrafa sataşıyım diyorum, lakin etrafta tanıdık tek bir sima dahi göremiyordum. Okulda böyle miydi, canım sıkıldığında sataşacağım minimum 15 kişi bulabilirdim. Flashback yapan beynim sürekli okul yıllarımı hatırlıyor, sanki okuldan haziranda mezun olmamışım da, aradan bi 10 yıl falan geçmiş gibi geliyordu. Şimdi keşke üniversitemin Arnavut kaldırımlı yollarını elimde defterlerimle arşınlıyor olsaydım. Keşke bir gün bile "şu okul bitse de kurtulsam" demeseydim. Keşke o lafı söylerken dilimi eşek arısı soksaydı da güzelim yıllar bitmeseydi. Okulun değerini fazla erken mi anladım ne? Bu lafı söyleyeceğim aklımın ucundan dahi geçmezdi fakat; Ahh keşke öğrenci olsaydım! Canını sevdiğim okul sen ne güzeldin...

Nisan 12, 2012

Benim de blogum var !


Cam kenarında oturmuş akşam üstü güneşin çimlere yansıyan ışıltısına bakarken, melankolik havamdan kurtulup bahar neş'esine kaptırmıştım kendimi. Öyle mutlu, öyle heyecanlıydım bir o kadar da mest olmuştum ki, içeriden gelen bir ses yarattığım bu masalsı aurayı sonlandırana kadar. "Fulyaaaaa! kızım 2 sade 1 az şekerli Türk kahvesi...."
Tanrım ben sana ne yaptım! Bunca seneyi Türk kahvesi yapma konusunda uzmanlaşmak için mi okudum? Hayır yani hepsi neden sade değil, illa ki uğraştıracaklar adamı! Neyse 2 sade 1 az şekerli olmak üzere toplamda 3 adet kahveyi gelen misafirlere ikram ettikten sonra, teknolojinin en büyük nimeti olarak gördüğüm akıllı telefonumu elime aldım. Aramızda öyle bir bağ var ki 5 dakikada bir elimde olmasa sanki bir yanım eksikmiş gibi geliyor. Sırf bu yüzden bir defa okuduğum tivit, yorum vb. şeyleri 15 defa okumuşluğum bile vardır. Yine böyle sosyal medyada aktif olduğum siteleri gezerken bir link gözüme ilişti, "Benim de bir blogum olsun". Biri blog mu diyordu yoksa ben yanlış mı gördüm? Yoo hayır, tam da benden bahsediyorlar; tasarım konusunda yetersiz kalmış, az rağbet gören blog yazarları... Gördüklerim gerçekti, üstelik tam da keşfedilmeyi beklerken. Sonunda değerimi bilecek birilerini bulmuştum, bu hususta bu kadar dertliyken. "Bu fırsat kaçmaz" diyerek detayları okumaya koyuldum. Kampanya çok samimi gözüküyor açıkçası, üstelik kazananlara ödül olarak özene bezene tasarlanmış bir blog ve ayrıca 1 senelik domain ismimizden hosting veriyorlar. Ben bu işi baya tuttum, hatta heveslenip yazdım bile :)

http://1sosyalmedya.com/benimde-bir-blogum-olsun.html