Aralık 29, 2011

2011'e Veda Ederken...


   İstiklal'in başındayım. Yukarıdan kalabalığa bakıyorum. Görüntü o kadar karışık ki, insan kafaları üzerinden bir ona bir buna atlayarak Tünel'de bulmak istiyorum kendimi, tıpkı çizgi filmlerdeki gibi. Depresifim, karamsarım, pasifim aslında basitim.
   Nedenler sonuçlar belli aslında, 2011 gibi bir gerçek varken ortada. Hemen hemen her insanın lanet ettiği, uğursuz bir yıl... Suçlamak istemiyorum onu. Sonuç olarak kabahatli olan o değil, biziz. Gerçek yaşamın arkasında var olan 'gizli el'in bize dayattıkları ve buna bağlı olarak gerçekleşen olaylar. 2011'in hiç bir suçu yok. Tek basamaklı olmak onun kabahati değil, sıralamanın suçu. Belki ona sorsaydık, 2010'un ardından gelmek istemeyecekti. Evet, suçluyorum aslında ÇEVREMİ. İnsanların bu denli duyarsız olmaları, bu kadar ruhsuz ve riyakar olmaları sadece sinirlerimi değil tüm vücut sistemimi bozuyor.
   2011 bana o kadar çok şey gösterdi ve öğretti ki, onu suçlamaya kıyamıyorum. En başta sabretmeyi öğrendim. Daha sonra insanları analiz edip, nasıl davranmam gerektiğini anlattı bana. Dinledim dediklerini, insanların gerçek yüzlerini gördükçe çıkardıklarım çok oldu hayatımdan. Aslında bir bakıma kaybediyor olarak görünsem de çoğaldım. Kaybederek özümü buldum bir bakıma. Benliğimi kazandım, gerçek 'BEN'i buldum... Kaza, bela karşısında soğukkanlı olmayı öğretti bana. Doğal afet karşısında yapılacak hiçbir şey olmadığını gösterdi hepimize 2011. Evet yapılacak hiçbir şey yoktu, bu yüzden yardımlaşmayı öğrendik. Elele verdik üzerimizdeki montları paketleyip, kamyonlara doldurduk. Her ne kadar kavga etsek de aslında kenetlenebildiğimizi gösterdi. Sonuç olarak hepimiz aynı milletin insanlarıyız, din, dil, ırk farketmez...
   Evet, suçluyorum aslında KENDİMİ. 2011'e bu kadar lanet okuduğum için utanıyorum. Durup bir an düşünmediğim için suçluyorum kendimi. Farkında değiliz aslında ne çok şey öğretmiş bize 2011. Pesimist biriyim özümde, fakat gerektiğinde bardağın dolu tarafından en iyi şekilde bakmayı da bilirim. Saygılar 2011...


Aralık 14, 2011

Bahtsız Bedevi


 Doğmadan önce beni uyarsalardı "Sen terazi burcu doğacaksın, aşırı dengesiz olacaksın!" diye, muhtemelen birkaç ay daha bekler en azından yay, bilemedin oğlak burcu olurdum. Lakin sakalım yok ki dinleteyim kendimi. Hatta sakalımın olup olmayacağını bile danışmadılar. Oysa sorsalardı bana sırf "Bende şans olsa anamın karnından erkek doğardım!" dememek için erkek doğmayı tercih ederdim. Bu ara öyle bir lanet var ki üzerimde şanssızlıklar bütünü peşimi bırakmıyor. Adeta dört bir yanımı pamuklara sarıp sarmaladılar. Karşıma gelen her zorluk ve her engel için "Bu sondur artık daha fazlasına yüreğim dayanmaz" dedikçe, yukardaki sanki beni EKG'ye sokmuşçasına kalbimi sınıyor. Son 15 gün içerisinde başıma gelmeyen kalmadı; işsizlik, hastalıklar zinciri derken bir de ölümün çizgisinden dönüp gelmem son noktayı koydu haneme, hemde yıldızlı olarak... Kendimi o kadar çaresiz ve zavallı hissediyorum ki elimde olsa hacı, hocaya hatta üfürükçülere gideceğim. İnanıp inanmamak arasında git geller yaşarken yine dengesiz ve kararsızlığımın bir başka türünü sergiliyordum. Durumuma son noktayı yine annem koydu, "Fulya kızım bir hacı teyze varmış nefesi kuvvetli, hadi kalk gidelim bi okusun seni, sendeki bu şanssızlık bedevide bile yoktur, hadi kalk!". Oturduğum yerden annemin bana söylediklerini teker teker değerlendiriyordum. Dinlerin varlığını, neden ve nereden çıktığını sorgulayan bir kadın olarak annem bana, hacı hoca teklifinde bulunmuştu. Kendisi ya benimle dalga geçiyor ya da durumumun vehametini kavrayıp ciddi bir şekilde endişelenmeye başlamıştı. Şaşkın gözlerle anneme "Ciddi misin sen?" diye sorduktan sonra ikinci seçeneğin doğru olduğunu anladım. Üstümü giyinip yanıma şeker, tuz, su aldıktan sonra hacı teyzenin yolunu tuttuk. 'Nefesi kuvvetli' diye tanımlanan her insanı beynim, korkunç, üç harflileri olan, tek dişi kalmış canavar gibi belli standartlara oturtmuş olsa da gittiğimiz teyze hiç de öyle değildi. Süper babaanne desem daha doğru olur herhalde. Yanına oturdum, derdimin ne olduğunu sordu. Annemin beni oraya götürme nedeni başıma gelen bu denli kötü olaylardan sonra bir okuyup üfletme olsa da, teyze öyle sorunca "Koca bulamıyorum teyze, biri bana büyü yaptı herhalde, efsunluyum bi el atsana şu olaya!" dememek için kendimi zor tuttum. İnsanın fikri neyse, zikri de odur işte... "Nazar var üzerimde, şanssızlıklar peşimi bırakmıyor" dedim. Hacı teyze kendine göre sayfalarını karıştırıyor, dualar okuyordu. Bir yandan da üzerimde çok göz olduğunu söyleyip esniyordu. Lakin hacı teyze esnedikçe ben de esniyorum, elimde olsa kıvrılıp koltuğun köşesinde uyuyacağım o derece.
   Hurafelere pek inanan biri değilim, fakat 'nazar' denen bir olgunun da var olduğunu düşünüyorum. Çünkü ne zaman biri bana karşı beğenisini söylese ertesi gün başıma birşey geliyor ya da zamanla etkisini gösteriyordu. Yapacak hiçbir şeyim kalmadığı için çözümü ben de hacı teyzede buldum ne yalan söyleyeyim. Burada da yaptığımın doğru bir şey olduğunu kesinlikle savunmuyorum. Ancak yukardaki kimseyi benim gibi çaresiz bırakmasın. Lakin son bir kaç haftadır öyle bahtsızım ki, bedevi bile benim yanımda şanslı kalır...

Aralık 01, 2011

Kaza 'Geliyorum' DER

   "Sonunun böyle olacağını bilseydim hiç dışarı çıkar mıydım?" diyerek pişman olduğunuz geceler çok olmuştur elbet. Lakin şimdi anlatacaklarım karşısında küçük çapta şaşkınlık geçirip, Allah korumuş diyebilirsiniz...
   Gayet normal, sıradanın ötesine geçmiş bir geceydi. 4 kız bir araya gelmiş, itiraflarla birlikte sohbetin dibine vurulan keyifli bir yemeğin ardından, kahve içmek için mekan değiştirdik. Bu geceyi diğerlerinden farklı kılan en önemli nokta ise gecenin içeriğine alkolün hiç dahil olmaması. Sıradan başlayarak sade, az şekerli, orta Türk kahvelerimizi söyledikten sonra sigara içmeyen 3 kişi nereden geldiğini bilemediğim sağlığa zararlı o çubukları tüttürmeye başladılar. Hiç sigara içmeyen tek kişi olarak aralarında bulunmam tesadüften ziyade pasif içici olmamın kaçınılmaz bir sonudur. İçsem zaten ne yüreğim gam yer ne de üzerime sinen koku yüzünden kıyafetlerim isyan eder. Ne yazık ki her defasında olduğu gibi bu sefer de kandırılmıştım, tıpkı yeni olgunlaşan iyi niyetli bir genç kız gibi... Biraz sinirli biraz gülen yüzümle nihayetinde kahveleri bitirip, evlere dönmeye karar verdik. Bizi teker teker evlerimizden toplayan arkadaşımın yan koltuğuna yerleştim. "Ben çok iyi co-pilotum len sen biliyor musun?" diye havamı yaptıktan sonra hakikatten benim yardımcı pilot olmama ciddi bir şekilde ihtiyaç duyduğunu fark ettim. Lanet olsun, arabası yeni ve şoför henüz acemiydi. 'Bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete' misali çıktığımız yolda eve dönmeyi umut ederken şoförden gelen teklif karşısında kalbime bir şeyler olmaya başlamıştı. Ne yazık ki arabasını yeni alan şoför bizi biraz dolaştırmak istiyordu, hevesini kıramazdık... Ufak tefek "hızlı gitme, dur, önüne bak, fren yap!" gibi müdahalelerimle şehir içinde biraz turladıktan sonra, şoför iyi kullandığını zannedip şehirler arası yola attı kendini. Gerçi sadece kendisini değil hepimizi... Bizim memleket ayazıyla meşhurdur. Özellikle geceleri sıcaklık neredeyse sıfıra düşer, çiğ yağar ve yerler kayganlaşır. En profesyonel sürücünün bile kaza yapmışlığı çoktur. Bir yandan bunları düşünüp bir yandan da co-pilotluğumu en iyi şekilde yapmaya çalışıyordum. Lakin müziği son ses açıp abuk sabuk hareketler yapan şoförün ne yazık ki sikinde bile değildim. Bir yandan bu arabaya binen aklıma sövüyor, öte yandan da arabada iki kardeş olduğumuzu hatırlayıp bize bir şey olursa annemlerin ne yapacağını hesap etmeye çalışıyordum. Bu şekilde bir kaç km ilerledikten sonra etraf birden sis oldu, görüş mesafesi denen bir şeyin varlığından söz dahi edilemezdi. "Yavaşla, dur..." gibi kelimeleri şoföre heyecanlanmaması için sakin bir dille ifade ettikten sonra şehir içine sağ salim dönmüştük. "ohh be kelleyi kurtardık..." gibi cümleleri içimden teker teker geçirdikten sonra hızını alamayan şoför bir de köy yoluna çıkmaya karar verdi. Köy yolu dediğimiz, yazlıklarla şehiri bağlayan keskin virajların olduğu bom bok ötesi bir yoldur. Lakin bu yolun neresinden dönersen o yol şehire çıkar. "İlk dönüşten döner" dedim dönmedi, "bir ileriki dönüşten dönecek" diye telkin ettim kendimi, yok dönmedi. Yola hala devam ediyordu. Daha ne kadar gideceğini hesapladıktan sonra yerlerin mucur olduğunu fark edince bu yoldan geri dönüşümüz olmadığını anladım ve emniyet kemerimi bağladım. Yüksek ses, sigara yakmaya çalışan tipler, dikkatsiz şoför derken sanki olacakları anlamış gibi o anki hislerimi twitterda paylaştım "şu an hayatım tehlikede, bu son tivitim olabilir hepinizi çok seviyorum..." Olayı biraz dramatikleştirmiştim ama "ölürsem arkamdan konuşulacak bir şey olsun da akılda kalayım bari" diye aklımdan saçma sapan şeyler geçiriyordum, evet akıl sağlığım yerinde değildi. Yazdıklarımı ciddiye alan bir arkadaşım beni derhal aradı. "Öyle bir şey yok tabi şaka yaptım..." gibi sözlerime devam ederken şoförün telefonu çalmaya başladı. Zaten dikkatsiz olan sürücü telefonuna müdahale etmeye çalışınca direksiyon hakimiyetini ufaktan kaybettiğini hissettim. "Boku yedik lan önüne bak!" dememe kalmadan mucurlu yolda virajı alamayıp arabayı kaydırmıştı. Bazen zaman öyle hızlı geçer ki nasıl geçtiğini anlamazsınız. Fakat böyle durumlarda belki de saniyelik gerçekleşen olay sanki ağır çekimdeymişiz gibi yavaş yavaş ilerliyordu. Kaymaya başladığımızı fark ettim, duracak diye umut ederken mucurlu olan yolda durmamızın imkanı olmadığını hatırladım. Çığlıklar, direksiyonu bir sağa bir sola çeviren şoför derken bir, iki, üç... Araba sonunda durmuştu, ben alt taraftaydım. Aklımdan geçenler; "bende bir şey yok, ablam nasıl?, sesini duydum o iyi, diğerleri nasıl?, evet herkes inliyor iyiyiz, acaba kırık çıkık baygınlık var mı?" Emniyet kemerimi çözdüm ve askıda olan vücudum yere düştü. Tarlanın ortasında, uçsuz bucaksız yolun nerede olduğunu dahi göremeyen 4 kız olarak şarampole yuvarlanıp takla atan arabadan sağ salim kurtulabilmiştik.
   Her şey anlıkmış bu hayatta, 1sn içerisinde bile nefesiniz kesilip yok olabilirsiniz. 
   İşin acı gerçeğini ertesi gün kaza yaptığımız aracı görmeye gittiğimde fark ettim. Arabayı görünce "Allahım sana şükürler olsun" diyerek bin bir türden şükür duaları okuduktan sonra kendime gelerek aracı incelemeye başladım. Jandarmanın "Şoför yanındaki nasıl kurtuldu?" dediği araçtan sağ olarak çıkmıştım. Sağ ön taraf komple ezilmişti, emniyet kemerim olmasaydı belki de bu yazıyı yazamıyor olacaktım. Lakin henüz bir yere gitmedim, benden daha çekeceğiniz varmış :)
   Şu hayatta iyisiyle kötüsüyle her şey bizim için. Kimseyi kırmaya, üzmeye gerek yok. Evet, ne yazık ki bu söylediklerimi böyle bir olay yaşamasaydım şu an dile getirmezdim. Fakat elimdekilerin değerini daha iyi anlayıp hayata ayrı bir şekilde bağlandım. Nefes almak gerçekten güzel...

Kasım 25, 2011

Yalnızlık Ömür Boyu



   MFÖ'nün şarkıları şüphesiz ki her kesimden duyguların tercümanı olurken, 'Yalnızlık Ömür Boyu' parçası, benim hislerimin değil adeta tüm benliğimin tercümanı. Yalnızlığın feleğinden geçen hayatım tüm gayretiyle kaderin küçük oyunlarına kafa tutarken, gerçek yaşamda olan durumlardan ne yazık ki kaçamıyor...

   Senaryo 1-
   Herhangi bir ortamda alışverişe çıkmışım. Teker teker mağazalara adım atıp, tüm reyonları talan ederken kendimden geçiyor, sanki 3 boynuzlu şeytana dönüşüyorum. (Şeytanın 3 boynuzlu olması da kendi hayal gücümün şaşkınlığından olsa gerek...) İşte bu nedenle, içimde biraz acıma duygusu olduğundan dolayı bir başkasına eziyet etmemek için alışverişlere genelde tek başıma çıkarım. X mağazasında kendime uygun parçaları seçip kucakladıktan sonra kabine en fazla 5 parçayla gidilebildiğini hatırlayınca aldıklarımın en az 10'da 8'ini "böyle kural mı olur lan!" diyerek geri bırakıyorum. Bayanlara yönelik bir mağazada "Kabinde erkeğin ne işi var lan!" diyip köşede ezik bir biçimde bekleyen masum çocuğa içten içe küfrederek kabine giriyorum. Zaten hareket edemediğim 1 adımlık kabinde giyinmeye çalışırken sinir kat sayım git gide artıyor, köşede bekleyen zavallı yüzünden don sütyen kabinden rahatlıkla çıkıp aynaya bakamadığım içim masum çocuğa bir kez daha yükleniyorum. Bu tür duygular içerisinde kendimle cebelleşirken duyduğum diyalog sinirden küplere binmem için ayrı bir neden oluşturuyor. "Aşkıııımmmm! Nasıl? Yakışmış mı? Yoksa turuncusu daha mı güzel?" Ulan meğersem sevgilisi varmış kabinde, meğer orada bulunması kendi suçu değilmiş. "Banane lan!" diyerek içimdeki öfkemi teker teker kusmaya devam ediyorum. "Ulan millet sevgili bulup, üzerine alışverişe çıkıyor. Üstelik bulduğu sevgili ona alışveriş yaparken yardımcı oluyor. Hay amk! Bende şans olsa zaten..! Hadi alışverişi bıraktım, bir sevgilim bile yok! Beceriksizliğime sıçayım!" diyip tüm moral bozukluğumla mağazayı bir daha dönmemek üzere terk ediyorum...

   Senaryo 2-
   Sağlıklı yaşamı ilke edinen bünyem son zamanlarda TV'de gördüğü her şeyi uyguladığı için yürüyüş yapmayı kendi vücut literatürüne kontrolüm dışında ekledi. Günlerden her hangi bir gün... Spor ayakkabılarımı kaptığım gibi kendimi boğazın serin rüzgarında buldum. Dışarı adım atar atmaz havanın güneşli, fakat göt dondurucu derecede soğuk olduğunu hesaba katmadığımı farkettim. "Siktir et, yürüdükçe ısınırım" diye kendimi telkin ettikten sonra kulaklıklarımı takıp fonda tempolu bir müzikle at gibi koşarcasına yürümeye başladım. Müziğin ritmi değiştikçe adımlarım abuklaşıyor, "yürümeyi bile beceremedim lan!" diyerek kendime küfrediyorum. Yaklaşık yarım saatlik bir yürüyüşün ardından hala üşüdüğümü fark ederek, "hani ısınacaktım, yürüyorum ama bi bok olduğu yok!" diyerek metabolizmamın dengesizliğine sövüyorum. Yürüyüşün bana bir faydası dokunmadığına kanaat getirdikten sonra "ısınamıyorsam yürümenin ne anlamı var!" diyerek geri dönüş yapıyorum. Lakin adım attığım gibi bir de ne göreyim, bir adet kumru sandviç kıvamında çift utanmadan sarmaş dolaş birbirlerini ısıtıyor, hemde ben bu denli üşürken! Gördüklerim karşısında ufak çapta bir şaşkınlık yaşadıktan sonra aramızdaki tezatlığa dikkat çekiyorum ve "Aptal Fulya, millet sarılarak ısınırken sen anca kendini suratına çarpan rüzgarla avut!" diyorum ve yine ayrı bir hüsrana adımı altın harflerle yazdırıyorum.

   Senaryo 3-
   Yürüyüşümü yapmışım. Soğuk havada ısınmak üzere yorgunluğumu atıp, yağsız sütten hazırlanmış kahve içebileceğim bir yere giriyorum. Tabi o kadar yürüyüş yaptıktan sonra yağlı-şekerli bir şey içmek vücuduma yapabileceğim en pislik davranış olurdu. Non-fat, grande latte dedikten sonra, "Türkiye'de yaşıyoruz lan, bu artistliğin kime!" diyerek kendimle kavga ediyorum. Günün en kalabalık saatini seçmiş olduğumdan dolayı tek kişilik olmanın avantajından faydalanıp önüme gelen herhangi bir masaya salça oluyorum. Soğuktan üşümüş popomu uygun bir yere koyduktan sonra başımı yavaşça yukarı kaldırma gafletinde bulunuyorum. Başımı kaldırırken öyle duygular içerisindeydim ki beni yavaş çekime alsalar, suratımın aldığı ifadeyle en acıklı Türk filmini dahi cebimden çıkarırdım. Daha biraz önce yalnız olmanın avantaj olduğunu düşünen aklım, gördüğüm çift karşısında 180 derece açıyla dönüş yapıyor, "kem gözle baksan nazar değmeye kıyamazsın" diyerek içimdeki canavar yine kabuğuna çekiliyordu. Kahretsin yine ben kaybettim!

   Senaryo 4-
   İstanbul'un lanet trafiğinde ağır ağır ilerliyorum. Böyle durumlara istinaden hazırladığım bir kaç hareketli CD ile yolda kendi çapımda eğlenirken kendimi oyalamak adına direksiyon başında abuk sabuk dans ediyor, ona buna laf atıp milletle dalga geçiyorum. Tabi dalga geçerken öyle kelimeler kullanıyorum ki, biri ağzımı okusa ettiğim küfürlere dayanarak beni trafikte katlederler yemin ederim. "Kendine gel lan!" dedikten sonra zaten akmayan trafikte bir de kırmızı ışığa takılıyorum. Sıkıntıdan arabaları şöyle bir süzdükten sonra karşı şeritte bir de ne göreyim, arabanın içinde bir çift ufak cilveleşmelerle birlikte aşklarına aşk katıyor. Üstelik benim gibi oyalanmaları için müziğe ya da abuk hareketlere ihtiyaçları da yok! "Allah beni kahretmesin! Trafikte de buldum belamı!" dedikten sonra korna sesleriyle kabusumdan uyanıyorum. Yeşil ışık çoktan yanmış, farkında değilim...

   Senaryo 5-
   En jilet halimle hazırlanıp süslenmişim. Normal şartlar altında bir bara gidileceği zaman kızı evinden sevgilisi alırken, benim gibi bir sap için gidilecek mekana taksi eşliğinde varmak kaçınılmaz oluyor. Yaklaşık 10 erkek 3 kız oluşturduğumuz locamızda "Bu kadar kıza karşı bu sapları nasıl içeri aldılar?" diye düşünürken mekan işletmecisinin arkadaşımız olduğunu hatırladım. Benimle birlikte toplamda 3 kız olan topluluğumuzda, zaten 2 sinin gruptan erkek arkadaşları olduğunu var sayarsak diğer hepsi ilelebet kankalarımdı. Sap olmak bulaşıcıdır misali oluşturduğumuz koloniyle her mekana girer çıkar, gece sonunda da herkes yine aynı sap haliyle başladığı noktalara geri dönerdi. Yine böyle sıradan bir gecedeyiz. Saatler ilerliyor, alkolün etkisiyle çiftler git gide samimiyetin dozunu arttırıyordu. Biraz viski içip araya tekilaları sıkıştırdıktan sonra kafam neredeyse göt gibi olmuştu. Kızlar erkek arkadaşlarıyla sarmaş dolaşken, ben tek başıma anca arkadaşlarıma el kol hareketi yaparak, enseye şaplak eğlenmeye çalışıyordum. Saatlerin ilerlemesiyle birlikte ayaklarım yavaştan isyan bayraklarını çekmeye başlamıştı. Kafam zaten yeterince güzeldi. İnsan böyle durumlarda arkadaşlarından daha yakın, başını omuzuna koyabileceği, onu sahiplenen birilerini arar ya, işte bende bu duygular içerisindeyken karşımda koklaşıp el ele tutuşan çiftlere 'Küçük Emrah' misali acınılası bakışlarla iç geçiriyordum. Yine gerçek en acı haliyle suratıma tokat gibi vurmuştu. "Ulan millet alkolü almış, sevgililerinin omzunda sızıyor, ben anca kendi ellerimi birbirine kavuşturuyorum. Kaderime sıçayım!" Kendime yine bin bir adet müstehcen küfürleri ederek taksiye atlıyor ve ılık limanıma yine yalnız dönüyorum.

   "Elde var sıfır" diye düşünürken fonda çalan 'Yalnızlık Ömür Boyu' parçasıyla birlikte hayat arkadaşım olan yalnızlığımı karşıma alarak, bu sefer paraya kıyıp aldığım Bordeaux şarabım ve Van otlu peynirimle kaderime 'belki bir gün şeytanın bacağını kırarım umuduyla' kadeh kaldırıyorum.


   MFÖ'ye teşekkürler...!

Kasım 22, 2011

Felekten Bir Gün


Kalabalık ortamları her zaman çok sevmişimdir. Hatta kimi zaman bazı mekanlardan 'tenha' diyerek koşarcasına çıkmışımdır. Kalabalık ortamlar kimi insanı rahatsız ederken aksine beni daha çok dinamikleştirip üzerine de ehlileştirir. Çok bunaldığım zamanlar sakin olmak için bir başıma kalabalık yerlere gitmeyi tercih ederim. Kahvemi söyler, twitter haberlerini inceleyip ona buna salça olurum. Lakin bugün öyle bir yerdeydim ki ortamın aurası benim gibi insanı dahi bozup tek dişi kalmış canavara çevirdi.
Akşam her zamanki gibi ışığımı sabaha karşı söndürmüştüm. Aklımda ertesi güne programlanmış herhangi bir plan ya da çıkması muhtemel bir son dakika organizasyonu yoktu. Kısacası çok rahattım, yayıla yayıla akşama kadar uyuyabilirdim. Eski kapılar en yumuşak haliyle açılsa dahi öyle bir ses çıkarır ki, uykusu en derin adamı bile yerinden fırlatır. Aynen bu şekilde kapım açıldı ve ben "kim var orda!" diyerek yatağımdan fırladım. Aslında abartılacak fazla bir şey yoktu, gelen annemmiş. Lakin akşam uyumadan önce onun evde olduğu aklımdan uçup gitmiş. "İnsan annesini unutur mu hiç" gibi şeyler söyleyebilirsiniz, fakat aklı benim gibi beş karış havada olan bir insan için bu gayet normal bir şey olsa gerek. "Hadi Fulya, kalk kızım Kapalı Çarşıya gidicez"... Annem şaka yapıyor olmalıydı, ya da ben hala uyuyordum ve rüya görüyordum. "Anne sen misin?" sorum üzerine aldığım enteresan cevap rüyada olduğumu açıkça destekliyor gibiydi, "Noldu kızım tanıyamadın mı beni?". Evet kesinlikle rüya görüyordum hatta uykumun beşinci katmanındaydım. "Fulya saçmalama kızım kalk hadi geç kalıcaz", neye geç kalacağız, neden geç kalacağız? Hala rüyada olduğuma inanmak isterken, annemi tanıyamamış olmamın gözümde olmayan lenslerimden kaynaklandığını farkettim, lanet olsun! Ne yazık ki annem odamda ve uyanıp yataktan kalkmam için başımda bekliyordu. Beni kaldırmak adına atacağı ikinci adım, yorganı açıp sürüklemek olacaktı, bunu göze alamazdım... İçimden kendime söverek yatağımdan sessizce ayrıldım.
Havayı güzel görüp, bir kot bir kazak üzerime de kolları açıkta şişme bir mont geçirdim. Tabi çok yürüyeceğimizi göz önüne alarak spor ayakkabılarımı da giydim.Gardımı aldıktan sonra günlük maratonumuz başlamıştı... Eminönünün en kalabalık anında, Mısır Çarşısının göbeğine ayak bastık. "Anne hadi taksiye atlayıp, kapalı çarşıya gidelim". Bu teklifim annem tarafından kabul edilemez bir şeydi, hatta teklifini dahi yapmam büyük bir cesaretti. Kendisinin en büyük zevki Eminönü'nden başlayıp Kapalı Çarşı'ya kadar her dükkana göz ucuyla bakıp alacaklarına karar verdikten sonra, geri dönerken de gözüne kestirdiği en uygun malzemeleri sepetine koymaktır. Fakat böyle bir durumu benim ne çekecek halim, ne de buna dayanacak yeterli bir gücüm vardı. Ne yazık ki içinde bulunduğum durum annemin gram umrunda değildi. Yukarı doğru yürümeye başladık... Lakin ona buna çarpıp, kimine yere düşürür derecede omuz atarak katedilen yolda yapılan yürüyüşe ne derece yürüyüş denir gerçekten bilemiyorum. Bir şekilde Kapalı Çarşı'ya ulaşmıştık. Bir şekilde diyorum çünkü, gidene kadar aldığım darbeler, yediğim yumruklar ve ayağımın maruz kaldığı ezilmelerle birlikte 'bir şekilde' varabilmiştik. Lakin unuttuğum bir şey daha vardı, o da bu yolun dönüşü...  Acaba bir şey oldu mu eksik bir şey var mı diye kendimi şöyle bir yoklarken omuzlarımın ufak çapta acıdığını farkettim, ayaklarımı hissedemememden bahsetmeyeceğim bile. Annem beni teker teker alakamız olmayan abuk sabuk dükkanlara sokup pazarlık yapıyor, üzerine hiçbir şey satın almadan dükkanlardan aynen geri çıkıyordu. Pazarlık yapmak annemin en büyük zevkiydi, lakin o kadar pazarlık yapıp hiç bir şey almayınca da satıcıların verdiği surat ifadelerini izlemek de benim... Annem hesaplı kadındır. Neyi nereden alacağını iyi bilir, en kaliteli malzemeyi en ucuza getirirdi. Bu konuda her zaman babamın çok şanslı olduğunu düşünmüşümdür. Annem alacağını almış ve Kapalı Çarşı turumuz sona ermişti. Dışarı adım attığımızda da havanın ufaktan soğuduğunu hissettim. Zaman geçmiş, karnım acıkmış, hava soğumuş üstüne çişim gelmişti. Bundan daha leş bir durum olamazdı. Çünkü bulunduğumuz noktada değil bir cafe bulmak adam akıllı bir WC dahi bulamazdık. "Dayan Fulya, sık dişini kızım!" dedikten sonra annemin peşinden yürümeye, pardon sürünmeye başladım. Ne alacağını yukarı çıkarken tasarlayan annem, geri dönerken teker teker dükkanlara girip alacaklarını tamamlıyordu. Hemen hemen hepsinde 15-20 dakika geçireceğimizi hesaplarsak eve geri dönüşümüz toplamda 2 saate tekabül edecekti. Bu duruma ne bünyem, ne de psikolojim dayanabilirdi. Anneme karnımın acıktığını, üzerine de çok sıkıştığımı belirttikten sonra uygun bir yere girip karnımızı doyurmamızı teklif ettim. Bu teklifimi kibarca kabul eden annem sanki ben hiç onu uyarmamışım gibi dükkanlara girip çıkmaya devam ediyordu. Yaklaşık yarım saat dayandıktan sonra psikolojim daha fazla bu duruma müsaade etmeyerek istem dışı isyan etti ve sonuç, "anne yeteeeeeeeeer!!! karnım acıktı, çişim var anlamıyomusun! kime diyorum 2 saattir dayanamıyorum altıma yapıcam artık!!" söylediklerime çevremdekilerle birlikte kendim de şok olduktan sonra alışveriş yapmaktan gözü dönmüş annemi sonunda kendine getirebilmiştim. Evet, isyanım işe yaramıştı. Annem "Tamam kızım sakin ol haklısın bir cafeye girelim hemen" diyerek beni sakinleştirmeye çalışıyordu. Biraz daha yürüdükten sonra bilindik bir börekçiyi görünce çölde vaha bulmuş kadar sevindim. Bilindik bir yer, bilindik kalite ve bilindik bir tuvalet demekti... Tuvalet ihtiyacımızı giderip karnımızı doyurduktan sonra alışverişe kaldığımız yerden devam edebilirdik. Bu saatten sonra hiçbir şey umrumda olmazdı. Hava kararmış ve annemin bir adım daha atmaya takaati kalmamıştı. İşte bu saatten sonra bana yapılan eziyetlerin aynısını ben de ona yapabilirdim. Lakin bu işkenceci şahsın beni doğuran kişi olduğunu göz önünde bulunduracak olursak, emdiğim süte ihanet etmem söz konusu olamazdı, her ne kadar kendisinden emmiş olduğum sütü burnumdan getirmiş olsa bile... Taksiye atladık ve kendi çöplüğümüze doğru yol aldık. Eve adım attığımızda elimizdeki poşetleri açıp, cebimizdekilere göz gezdirdikten sonra aldıklarımızla verdiklerimizin birbirini tutmadığını farkettik. Kısacası hesaplı ve kaliteli olsun diye gittiğimiz Eminönü-Kapalı Çarşı turu hesaplı olmaktan ziyade almayacağın şeyleri dahi görüp saldırınca, ufak çapta soyulmamıza neden olmuştu.

Kasım 21, 2011

Evlenmek Yok, Eglenmek de..


Bana kaderimiiiiinn bir oyunu mu buu.... gibi saçma bir giriş yaparak sözlerime başlamak istiyorum. Neden diye soracak olursanız, evlilik üzerine bu denli atıp tutarken, haftasonu üst üste iki tane düğüne gitmem kaderimin bana kurmak istediği bir tuzak gibi geliyor. Yukarıdakinden gelen sinyallerden midir bilemem ama bir şeyi 40 kez söylersen olurmuş diye bir laf vardır, söyleye söyleye olacak ondan korkuyorum. Bir daha söz konuşmayacağım...
Evlilik kurumunun kutsal olduğu toplumda yaşayan biri olarak, bu müesseseden bu kadar korkuyor olmam da benim tabiatımla ilgili bir durum olsa gerek. "Ben evlenemem tarzım değil" diye oraya buraya söylenirken, "Çok büyük konuşuyosun kızım hepimizden önce sen gidersen çok gülerim lan" diye etrafımdan baya laf işitmiyor değilim. Lakin "Hay dilimi eşek arısı soksaydı da böyle büyük konuşmasaydım" diyerek yiğitliğe bok sürdürmek olursa da, ardından aşırı azap çekerim ne yalan söyleyeyim. İşin komiği bu düşünceler arasında tur atarken bir de ne göreyim, "evlenmez, marjinal lan bu" diye arkasından konuştuğum kız bile bu haftasonu evlenmiş, Allah beni kahretmesin! Gün mü değişti, devran mı döndü de benim haberim yok acaba? Biri zamanla mı oynadı, geriye mi gittik de herkes teker teker evlenmeye başladı, yoksa benim yaşım mı gelmiş? Son ihtimali düşünmemek adına daha bir çok neden bulabilirim yemin ederim. Zira 22 yaşımı 2 sene boyunca yaşamış biri olarak, büyüdüğümü kabullenememem ayrı bir dava olsa gerek. Bunun nedeni 22'ye kadar hep girdiğim yaşı, sonrasında da hep doldurduğum yaşı söylememdir. Böyle saçma sapan şeylere kafayı yorarken etrafımın bu denli ilerlediğini farkedememem tabi çok normal bir şey olsa gerek. Fakat gerçekleri konuşmak gerekirse bu haftasonundan sonra anladım ki, aile baskı yapmasa bile arkadaş baskısı, üzerinde yıllarca konuştuğumuz 'mahalle baskısı'ndan daha beter bir şeymiş arkadaş! Şimdi hangi arkadaşımın düğününe gitsem, onlar nikah masasındayken kendilerine 'yapma etme, bak pişman olacaksın' dercesine bakışlar fırlatarak, ardından yaptığım abuklukların fayda etmediğini görünce de 'at artık imzanı, git bir an önce!' misali hareketlerle kendi çapımda eğleniyorum. Tabi ardından kurtlarımı teker teker dökmek de cabası... Şimdi bir kez daha söylüyorum eğer evlilik hakkında bir daha ileri geri konuşursam en kısa zamanda evleneyim! Sanırım kendim için bundan daha büyük beddua edemem.


Ps: Tabi bu sözü tek ayağım havada vermiş olabilirim... :)

Kasım 19, 2011

Yedigin içtigin senin olsun, bana gördüklerini anlat...


Yemek ve içmek eylemleri hayatımın büyük bir yerini kaplarken, onlara verdiğim değer ve önemi bir sevgiliye verseydim şimdiye mutlu, mesut hatta evli bile olurdum. Evli dedikten sonra en çok beklenen kelime olarak 'çocuklu'yla devam etmem gerekirken o sözcüğü söylemeye dilim varmıyor elimde değil. Biyolojik olarak hazırmış gibi görünsem de ruhum çocuk benim, nasıl çocuk doğurayım. Kendime hayret ederken yaşıtlarımın neredeyse ikinci çocuklarını doğuracağı gerçeğiyse beni benden alıyor, adeta tansiyonumu fırlatıyor. Doğru olan ben miyim yoksa onlar mı diye düşünürken ikimizin de çok uç noktalarda olduğunu farkettim. Annemin "okulun da bitti, mürüvvetini görsek fena olmaz" iğnelemeleri üzerine gösterdiğim gayret beni yemeye, içmeye üstüne gezmeye zorluyor. Aslında baskı yapmasalar belki çoktan birini bulmuş, belki de evlenmiş olurdum. Bu düşünceler içerisindeyken benden 5 yaş büyük bekar bir ablam olduğunu hatırlayınca "bana noluyo lan, önce ablam!" diyerek kendimden büyük bir fedakarlık yapıyorum. Zira ondan önce evlenmem aile içinde olmasa da akrabalar arasında büyük bir sansasyon yaratıp, üzerine de 3.dünya savaşı çıkarır. "Çok düşünceli kardeşim lan kahretsin!" diye kendimi telkin ettikten sonra, yediğim içtiğim ve gördüğüm yerleri anlatmak istiyorum.
Belli bir yaşını aşmış, mezun, bekar bir evladın ailede yarattığı gerginlik, ülkenin en güçlü elektrik trafolarındaki yüksek gerilimle eş değerdir. İşte böyle haller içerisindeyken, "ben daha gencim anne!" diyerek sonlandırdığım konuşmaların bana verdiği endişeyle, özgür yaşamım kısa sürede sonlanacakmış gibi düşünerek her anımı dolu dolu yaşamaya çalışıyorum. Böyle durumlar beni genellikle arkadaş buluşmalarına iterken, bu ortamlardan alkolün eksik olmaması da ayrı bir şanssızlığım olsa gerek. Ne güzel söylemişler, yediğin içtiğin senin olsun bana gördüklerini anlat... İyi güzel de, yiyip içtikten sonra alkolün verdiği sarhoşlukla gözlerinin önünde dönen dünya sana ne kadar etrafını gösterebilir ki? Sırf bu yüzden "bir daha içmiycem lan, bi bok anlamıyorum!" dediğim çok olmuş, ne yazık ki bir sonraki buluşmada  bu düşüncemi yine uygulamaya geçirememişimdir. Özel buluşmalar nedeniyle gidilen yerlerin sonunu genelde sızarak getirdiğim için "zararsız sarhoş" lakabım da arkadaşlarım tarafından yakıştırılan ayrı bir isim. Bu yüzden gezdiğim yerler çok olmasına rağmen, içmenin verdiği ayyaşlıkla gördüklerim kendi şehrimin sınırlarından pek öteye geçememiştir.

Kasım 14, 2011

Polyannacılık

Aynı hataları tekrarlamak, wma'nın repeat tuşuna basmaktan daha kolay birşey benim için. Aynı insanı defalarca affedebiliyorum, yapılan yanlışları göz ardı edebiliyorum. Belki kinci bir insan olmamamdan kaynaklanıyor, belki de öyle olmadığım için aptalım. Çünkü arada yapılan yanlışları unutmamak gerekiyor. Ben ne yazık ki balık hafızalıyım. Özür dileyene, gönlümü alana hemen yelkenleri inidiriyorum. İyi mi yapıyorum, kötü mü yapıyorum gerçekten ben de bilemiyorum. Akıl danışayım diyorum, danışabileceğim aklı yerinde arkadaşım dahi yok. Sanki bana benzeyen hepsini cımbızla teker teker seçmiş gibiyim. Bir büyükle konuşayım diyorum, bizim jenerasyondan pek anlamıyorlar. Kendimi kimseye anlatmasam iyi olacak diyorum, bu sefer de kendime sıkıntı yapıyorum. Hatta öyle dertlendim ki, yeni ergen gibi yüzümden sivilce eksik olmuyor. Bütün sivilcelerimi kadrolu elemanım yaptım yemin ederim. Ergenliğimde bu kadar sivilceyi bir arada görmemiştim. "Her şey üst üste gelir" derlerdi de inanmazdım. Ben de kendimi burada teselli etmeye çalışıyorum işte. Bu günler de geçecek... Düzene girebilmek adına geliştirdiğim yöntemler arasından seçime ulaştığımda herşey daha iyi olacak, inanıyorum. En azından arada Polyanna olmak iyidir.

Kasım 07, 2011

Bir Bayram Gördüm Sanki

Yine karga bokunu yemeden gözlerimi tavana diktim... Okul vakti sürünerek yataktan anca kalkabilen bünyem, bayram sabahı sinsi yüzünü göstermiş, namaza giden babamı küfrederek uğurlamama neden olmuştu. Küfrediyorum dediğim tabi içimden, yoksa yemez yani. Banyoya gittim, soğuk suyu suratıma çarparken ayılmayı bekliyor, çarpan suyun yüzümde yarattığı kızarıklığa söverek dişlerimi fırçalamaya devam ediyordum. Henüz sabahın körü olduğu için ev ahalisinden kimse uyanmamıştı. Lanet okuyarak televizyonun karşısına geçtim. Kendime en uygun çizgi filmi aramak üzere kanalları zaplarken, birden şanslı günümde olduğumu farkettim. Çünkü bayram sabahları evdeki çocuklar ayak altında dolaşmasınlar diye kanallar en güzel çizgi filmleriyle ebeveynlere en büyük jestlerini yapıyorlardı. Aradan 1 saat geçti, lakin eve ne gelen vardı ne de evde uyanan kimse belirtisi. Babam dahi bayram namazından dönmemişti. Kendisi muhtemelen hocanın vaazlarını sonuna kadar dinleyip dalga geçiyordu. Babamın en büyük zevki özellikle bayramlarda hocanın söylemlerini dinleyip eve gelince en usturuplu(!) diliyle bize anlatmaktır. Eve hala gelmediğine göre yine kendine malzeme çıkarmak üzere hocayı noktası virgülüne dinliyordu. Biraz daha beklemeye karar verdim, fakat midem ufaktan kazınmaya başlamıştı. Ne yapsam ne etsem de açlığımı dindirsem diye düşünürken birden annemin akşam yaptığı baklava, börek ve sarma üçlüsü gözlerimin önünde dönmeye başladı. Onlar döndükçe benim başım dönüyor, adeta gözlerim kamaşıyordu. Biraz daha beklemeye ne sabrım ne de takaatim kalmıştı. Mutfağın yolunu tuttum. Annemin özene bezene yapıp dizdiği börekleri teker teker mideme indiriyor, boşluk bulduğum yerleri de sarmalarla dolduruyordum. Kendime geldiğimde ise böreklerin neredeyse 3'te 2'sini, sarmalarında ancak küçük bir kısmını götürebilmiştim. "Anam ben ne yaptım" diyerek usulca mutfaktan ayrıldım. Sonuç olarak misafire koyulabilecek börekler yok denebilecek kadar az kalmıştı. Hiçbir şey olmamış gibi çizgi filmimi izlemeye devam ettim. Bir kaç dakika sonra içerden gelen tıkırtılarla annemin uyandığını işittim. Bu sırada kalp atışlarımda ani değişiklikler oluyor, heyecanımdan bir şey anlaşılmasın diye nefes dahi almamaya özen gösteriyordum. Annemin ikinci durağı mutfaktı, lakin bu sırada içeriden gelen acı bir çığlıkla irkildim. "Ayy! Böreklerime ne oldu, nereye gittiler!" diye mutfak duvarlarıyla tartışıyordu. Gözleri dönmüş bir şekilde salona gelen annemi, şaşırmış bir surat ifadesiyle karşıladım. "Böreklere ne oldu?" diye soru yönelten anneme önceden hazırladığım cevabımı tereddütsüz yapıştırınca, azarlamasından en azından şimdilik kurtulmuştum. "Ben bir şey yapmadım valla, hepsini babam yemiş" diyince söyleyeceklerini babama saklamaya karar verdi. Bu sırada kahvaltıya kadar oyalanabilmek için bayramlıklarımın yerinde olup olmadığını kontrol etmek üzere odama gittim. Günler öncesinden, çorabından donuna kadar yeni aldığım bayramlıklarım, en jilet haliyle asılı duruyordu. Annem yine kusursuz bir biçimde ütülemişti. Derken bu sırada kapı çaldı. "Allahım ne olursun çocuklar şeker, çukulata istemeye gelmiş olsun" diye dua ederken babamın sesini duydum. "Hassiktir lan ne bok yiycem şimdi" diyerek ablamın yanına gitmeye karar verdim. Belki bir yolunu bulur da, börekleri birlikte yediğimizi söylemek üzere bir miktar rüşvetle onu suçuma ortak edebilirdim. Rüşvetten kastım tabikide bayram harçlığımın 3'te 2'siydi. Oran küçük gelebilir fakat küçüklere daha çok para verildiğini hesaba katarsak ablam için vereceğim rüşvet büyük bir miktardı. Fakat henüz uyanmayan ablamı uyandırmak hiç kolay olmayacaktı ve nitekim beklediğim bir tepkiyle karşılaştım, "Ulan gerizekalı, sabahın köründe ne istiyorsun söyle!". Yediğim haltı teker teker anlattıktan sonra hain teklifimi yaptım. Neyseki henüz uyku sersemi olan ablam cümlelerimin arasında geçen 'harçlık' sözcüğünü duyunca teklifimi hiç düşünmeden kabul etti. Kendisini yataktan kaldırdıktan sonra mutfağa gittik. Lakin ortada ters giden bir şeyler vardı. Annem bağırıp çağırmıyor, babam ise gazetesini almış sofrada oturuyordu. "Noluo lan?" dedikten sonra anneme, böreklere ne olduğunu sordum. Ne yazık ki babam bütün suçu üstlenmiş, böreği ve sarmayı kendisinin yediğini söylemişti. E durum böyle olunca da babam eve bir tepsi börek getirmek üzere konu kapanmıştı. Ablam suratıma pislik bir bakış fırlattıktan "söz verdin bir kere" dedi ve arkasını dönüp gitti. Ne yazık ki haklıydı. Söz vermiştim bir kere, yerine getirmeliydim. Kahvaltı edildi, el öpmeye gidildi, gelindi derken bayram sonunda hasılatımın büyük bir kısmını söz verdiğim üzere ablama verdim. Varımı yoğumu alırken zerre acıma duygusu yoktu suratında. "Pislik abla!" dedikten sonra, "Nerede o eski bayramlar..." diyerek yüzümdeki hüzünlü tebessüme bakmak üzere aynanın karşısına geçtim. Misafir gelecek diye düzgün bir şekilde giyinmiştim. Fakat üzerimdekiler bayram için özene bezene alınmış kıyafetler değildi. Nitekim cebim de eskisi kadar dolmamıştı. Büyüdüğümü bir kez daha kendime kanıtlamış olmanın verdiği gururla makyajımı tazeledim ve kahveleri yapmak üzere mutfağın yolunu tuttum...

Kasım 04, 2011

Kendi Evinin Diplomalı Kızı


Gittiğim her yere adapte olmakla ünlü olan şu naçizane bedenim herkes tarafından takdir toplarken durumdan mutsuz olan kişinin sadece 'ben' olması enteresan bir olay olmasa gerek... "İş güç hak getire" diye hayıflanırken her günümün birbirine benziyor olması da yüzümdeki sivilcelerin teker teker açmasına ayrı bir kaynak oluşturuyor. Kimi arkadaşım "tadını çıkar lan bugünlerinin, çok ararsın" diyor olması, hepsine teker teker içimden uygun parmaklarımla işaret göstermeme neden oluyor ne yazık ki. "İş, güç, okul yokken hayat ne zormuş arkadaş!" Söylemesi o kadar kolay ki, cümleyi yazarken parmaklarım hiç zorlanmıyor adeta kelimeler akıp gidiyor ellerimden. Çok değil bir kaç ay öncesine kadar bu cümleyi kuracağım aklımın ucundan dahi geçmezdi. Hayat işte... İçinde bulunduğum şu günlerimin bana getirisi de oluyor, benden götürdükleri de. Her zaman iddaa ettiğim gibi yalnız kalmanın bünyemde yarattığı aşırı piçlik yüklemesi beni masum yapmaktan ziyade tehlikeli yapıyor, işte o zaman kenimden gerçekten çok korkuyorum... Oysa şu olağan günlerimde kimseye zararımın dokunmaması gerektiğinin farkında olmam lazımken, bunu düşünüp uygulamaya henüz geçememiş olmam içinde bulunduğum psikolojiyi net açıklıyor olmalı... Yaramaz çocuk gibi oraya buraya saldırıyorum elde değil. Kendimce sakin olmak için geliştirdiğim taktiklerime de bir süre sonra adapte olmam, reel yaşamımın bana oynadığı ayrı bir oyun. İnsanoğlu işte, bende onlar gibi nankörüm ne yazık ki. "Canım bugün nasıl sıkılmaz" sorusuyla yarattığım hayatımın devamlılığı üzerine kurduğum taktik savaşlarıyla, en ala stateji oyunlarını bile cebimden çıkarırım yemin ederim. Acı olan şu ki keşfedilmeyi beklerken kimsenin umrunda olmamam ayrı bir yerden koyuyor bünyeme. Oysa bu kadar çok boşluk içerisinde yarattığım hayal dünyamla bir Bill Gates hiç olmadı enteresan bir Türk kaşif olabilirdim. Bu noktada ailedeki yönlendirmenin zararlarından bahsetmek istiyorum. Hani sen bir şey tercih edeceksindir de ailen seni "bundan adam olmaz laa" diye farklı bir yere yönlendirmiştir, belli bir yaşa gelip aklını başına alınca anca farkedersin zamanında yediğin boku, işte benimki de o hesap. Aslında ben bilim adamı olacak kızdım da, yanlışlıkla ticaret okudum. Peki şimdi ne oldu?? Al işte iş yok güç yok, derken ne yazık ki beynimde bir ampul yandı. Bütün yolları denemişken geriye kalan bir tek strateji vardı o da, evlilik. İşte bu noktada "Senin yaşında canı sıkılanı evlendirirler" lafını söyleyen bir teyzenin silüeti beynimde canlandı. "Eskiler doğru söylemiş" diye hak vereceğim fakat dilim varmıyor elde değil. Herşeyin ucundan kıyısından dönersin de, evlilikten dönemezsin. "Olmazsa boşanırım" dersin, o da zor. Avukatıydı, mahkemesiydi, anlaşmasıydı derken "amaaan canım sıkılır daha iyi" diyorum ve yan gelip yatmaya, günümü gün etmeye devam ediyorum. Bütün söylediklerimi boş verin, siz uykunuzun en güzel yerinde o sıcacık yatağınızdan ayrılırken benim kıçımda uçuşan pireler size günaydınlarımı iletip, işinize, gücünüze kiminizi de okuluna uğurluyor. Boş takılıp her gününe ayrı plan yapmak gibisi yok !!

Ekim 31, 2011

Sen Degil Ben

Kendimi kimseye anlatmak zorunda değilim, kimse de bana kendisini anlatmak zorunda değil. Zaten herkes kendisi için yaşasa ne sorun kalacak ki şu fani dünyada. Banane senden, ya da benden sanane! Benim yaptıklarım, konuştuklarım seni ilgilendirir mi? Ya da seninkiler beni? Bu şekilde düşünmeye başladığım günden itibaren, hayat sanki daha da kolaylaştı benim için. Sanırım düzeni kendimce çözmüş bulunuyorum. O ne dedi? Bu ne dedi? Ne söyledi, ne yaptı, ne yedi, içti, sıçtı vs... U m r u m d a DEĞİL! Sadece "BEN" varım bu hayatta. Herkes kendisi için var... Belki bencilce bir konuşma bu, hatta "çok bencilsin" dediğinizi duyabiliyorum. Aslında durum böyle değil. Her şeyde varım, her şey için varım, yeterki kendime bir faydam dokunsun. Çünkü kişi ilk önce kendisine faydalı olursa ancak bunu çevresine yansıtabilir. Kısacası zincirleme bir olay bu, meşhur Meksika Dalgası gibi. Benden sana, senden ona, ondan şuna, buna... "Kendim" dediğin her an aslında "herkes" oluyorsun. "İlk önce ben" dediğin her dakika aslında bütünlük duygusuna kapıldığın yeni saniyeler oluyor. Konuşmalarım size Polyanna gibi gelebilir. Hiç bir zaman Polyanna olmadım hatta aksine çoğu zaman karamsarım. Hatta bugünlerde ruh halim extra karamsar. Ama durun ve söylediklerimi iyi düşünün, bana hak vereceksiniz. Aslında gerçek olan düzen bu...

Ekim 24, 2011

(......)

Hayat, insanı sabrıyla dener, test eder, onaylar ve piyasaya sürer. Bunu farkedebilen kimileri hissettiklerine göre davranır, bazıları ise sırf bu hisler üzerine hayatını kurar. Aşırıya kaçmamakla birlikte hisleri kuvvetli bir insanım. Fakat hissettiklerime adapte olmuş bir şekilde hayatımı sürdürmem. Sabah kalktığımda bulunduğum modum genelde bana iyi ya da kötü bir şeylerin haberini verir. Enerji denen bir gerçeklik içerisinde yaşamın etkilediği, bize yolladığı sinyaller insanın ruh halini biçimlendirmekte ve buna göre dönemsel olarak kişi davranışlarını etkilemektedir. Geçen haftada beni etkileyen öyle bir enerji vardı ki, hiçbir şeye tahammülüm yoktu. Bununla birlikte olur olmaz her şeye bağırıp çağırıyor, tekrarlanan her cümle sinirlerimi bozuyordu. İyi olmadığımın farkındaydım, ama tam olarak nedenini bende bilmiyordum. Ne yazık ki etrafımda olan pek çok kişiyi bu yüzden üzdüm, kırdım... Sonuç olarak mutsuz olan ruh halimi daha da mutsuzlaştırıp, ruhsuzlaştırdım. Geceleri başımı yastığa koyduğumda, düşünceler içerisinde boğulmaktan sabaha karşı yorgun bedenim anca uykuya dalabiliyor, ancak 3-4 saat uyuyabiliyordum. Gerçi durumum hala çok farksız sayılmaz. "Nasıl bir hafta bu!" diye kendime söylenirken birden ülke olarak çok kötü günler geçirdiğimiz aklıma geldi. İlk önce 24 şehit, ardından Van'daki deprem... Karamsarlığımın nedenini yavaş yavaş bulmaya başladım. Bütün bir hafta içinde bulunduğum durum hissettiklerimden kaynaklanıyordu ve nitekim ortaya çıktı. Şimdi rahat mıyım peki? Ne yazık ki hayır, sanki bir şeyler daha olacakmış gibi geliyor. Umarım hislerimde yanılıyorumdur. Ülke olarak çok zor günler geçiriyoruz. Hepimizin kenetlenip, sabırlı olup, koordine olması gerekiyor. 99 depremini yaşamış biri olarak şunu söylemek istiyorum; Türk, Kürt, Çerkez, Laz, Boşnak, Arnavut fark etmez, hele ki deprem gibi ciddi bir doğal afet durumunda. Ülke olarak hepimizin başı sağ olsun, gerçekten diyecek bir şey bulamıyorum çok üzgünüm...

Ekim 20, 2011

Kadıköy Vapuru


   Fakirlik... Şu fakirliğin gözü kör olsun derler ya, benimki tam da o hikaye. Kaçıp gitmek, yok olmak istiyorum, bu evden, bu semtten, bu şehirden... Asu, çok hoş bir bayan. Fakat arada sevgi olmayınca güzelliği beş para etmiyor benim için. O gün odamdan dışarı hiç çıkmamıştım. Salondaki karmaşayı, Asu'nun heyecanını hiç eksiksiz işitiyordum. Kendimle baş başa kalmışken mahvolmuş hayatımı gözümün önünden geçiriyordum, birden kapı açıldı. Ortadan ayrılmış sıkı sıkı toplanmış saçları ve kırmızı rujuyla Asu karşımdaydı.
   -Sevgilim çok mutluyum, düğün günümüz yaklaşıyor, heyecanımı bir türlü yenemiyorum. Sen ne yapıyorsun burada yalnız?
   -Sorma canım, bende çok heyecanlıyım. Düğünü düşünüyorum!
    Annemle babamın marifetiydi Asu'yla evlenmek. Dağılan mal varlığımızın, iki ailenin izdivaç vesilesiyle bir araya gelerek toparlanacağını zannediyorlardı. Fakat benim mutluluğum kimsenin umrunda değildi. İskeleye gitmek şuanki en büyük arzum. Gerçek sevgiyi yaşamak istiyorum. Yeni ördüğü beyaz kazağıyla yüzünden nur saçan "Vapur"u görmek istiyorum. Omuzu ile kulağı arasına bakıp "kaçalım!" diye haykırmak istiyorum. Oysa ne güzel günlerdi. Her sabah iskeleye koşa koşa gider 8:15 vapurunda bir araya gelirdik. Ufak bir tebessüm, küçük bir kaş hareketi yeterdi anlaşmamız için. Konuşmasak bile herşeyimizi bilirdik, isimlerimiz harici... Ama benim için onun adı "Vapur"du. Hiç bir zaman adını öğrenemeyeceğim "güzellik"! Sinemada bile beraber olup da ayrı olduğumuz "afet"! İskelede beklerken gözlerinin içine bakamadığım "Vapur"!
   -Ne düşünüyorsun sevgilim? Biliyorum heyecanlısın ama bu kadar karamsar olma! Çok mutlu olacağız...
    Asu kendi kendine konuşup hayaller kuruyordu, ben ise sadece düşünüyordum. "Vapur"un son hali hiç aklımdan çıkmıyordu. Her zaman buluştuğumuz yerde onu yalnız bıraktım, oysa uzaktan onu gizlice izliyordum. Bir süre sonra o da umudu kesmiş, artık 8:15 vapuruna gelmiyordu. Çok büyük kötülük etmiştim ona. Fakat başka türlü vazgeçiremezdim onu kendimden. Keşke şimdi yanımda Asu yerine "Vapur" oturuyor olsaydı. Gözlerinin içine bakıp ona aşkımı ilan ederdim. Vapurda karşısına değil yanına otururdum. Omzu ile kulağı arasına değil, gözlerinin içine bakardım. Semih'e hitap etmem o'na hitap ederdim. Ona doya doya sarılır, "SENİ SEVİYORUM!" diye haykırırdım.
   -Ahh Vapur! ahh...
   -Ne vapuru Ali? Bir yere mi gidecektin?
   -Evet Asu... Müşteri çağırmıştı bankaya gitmem lazım.
   Ceketimi alıp, arkama bakmayarak koşar adımlarla kendimi iskeleye attım. Belki kaçan "Vapur"u yakalarım diye...




 Not: Bu yazıyı eski ders ödevlerimi toparlarken notlarım arasında buldum. Kendisi 3 Mart 2008 tarihinde tarafımdan yazılmış olup, ayıptır söylemesi zamanında yüksek bir puan almıştır. Umarım eski türk filmi kıvamındaki bu yazımı beğenmişsinizdir. Sevgiler...

Ekim 12, 2011

Heyy!!! iliski, Sana N'oldu ?


Tarih tekerrürden ibaret derler. Onu bunu bilmem ama kendi tarihim tekerrürünün şans oyunlarıyla oynuyor, bıktım artık. Nasıl bir tarihim varsa hep aynı bokun değişik renklerine konuyor. Şanssızlığım bana türlü oyunlar oynarken akıp giden hayat ayrı bir yandan koyuyor. Tam kafayı çizmek üzereyken de hasret çektiğim yeni hayatım benden koşar adımlarla uzaklaşıyor. Ulan hayatım bile bana sırt çeviriyor, adeta surat yapıyor şerefsiz, ben şimdi kimlere dert yanayım, nerelere gideyim!
Bu millet gerçekten çakal olmuş. Kendilerince isim verdikleri 'yeni dönem ilişki' akımı ortaya çıkarmışlar. Kısacası arada anlayış falan kalmamış, almış başını gitmiş. Şimdi "nerede o eski bayramlar" dercesine bakıyorum etrafıma. Yeni nesil ilişkileri cidden anlamaya çalışıyorum. Anlam yüklemeye çalışıyorum ama aklım almıyor, ben çok geride kalmışım çoook. Dünyanın çivisi çıkmış resmen. İnsanlar arasındaki ilişkiler değişmiş değişmiş adeta bom bok olmuş. Erkeklerin kızlardan, kızların erkeklerden beklentisi abuklaşmış, enteresan bir hal almış. Eskiden böyle miydi? Kız tarafı naz yapar erkek kovalar. Sonra çıkarlar mutlu mesut yaşarlar, tabi bir süre(!) zaman geçtikçe bir taraf kaçar diğer taraf kovalar, bu denge de değişir tersine döner derken kedi köpek olup birbirlerinin ağzına sıçarlar ve nitekim ayrılırlar. Oysa şimdi böyle mi? Millet bir acayip olmuş, ne kızlar kaçıyor ne de erkekler kovalıyor kimin eli kimin cebinde belli değil. Birini buldum diyorsun, "işte bu!" diyorsun bir bakmışsın sevgilisi var, sana söylememiş. Öte yandan bir de utanmadan arkadaşın aşklarına yan gözle bakılması durumu var tabi o hepsinden iğrenç. Zaten var olmayan ya da olup yok olmaya yüz tutan saflığı insanlar bu şekillerle birbirinden çalıyor. Ben mi eski kafa kaldım millet mi modernleşmiş bu arada diye düşünürken, tek bildiğim gerçek hiç birinin bana uymuyor olması. Sanırım uzun zamandır sap takılmamın nedeni de bu. Bu değişim sürecinde ben nerede miydim? Tabi ki o sırada aptal aptal takılıp, önüme gelen bütün kısmetlere arkadaş gözüyle bakarak, yeni yalnız hayatıma adapte olmaya çalışıyordum. Hatta kendimi o kadar kaptırdım ki bütün arkadaşlarımla kanka modu takılarak resmen kendime bir fedai ordusu yarattım. Eski sevgililerimden birini dövdürmeye kalksam en az 30 kişi bulurum yemin ederim. Zira şu sıralar hayatıma fazlasıyla adapte olmuşken artık bir değişime ihtiyaç duyduğumu farkettim. Ama bu sefer de ilişkiler almış başını yürümüş, sanki mutasyona uğrayıp başkalaşmış. Güven denen şeyi ara da bul, nerede.... Denedim yani denemedim değil elim armut toplamıyor benim de, lakin son bir kaç teşebbüsümde elimin altından hep bir ex ya da yabancı sevgili çıktı. Şimdi kara kara düşünüyorum "ne bok yiycem" diye. Ya kocasız bir şekilde kariyer yapıp Ajda Pekkan misali bir dirilikle hayatımı sonlandıracağım, ya da bir şekilde bazı şeylere kulaklarımı kapatıp idare etmeye çalışacağım. "Siktir et yaa, ne uğraşıcam!" Her genç kızın zamanında öküze tapmışlığı vardır misali benim de yıllarımı çürüttüğüm bir gerizekalı oldu tabi. Bu saatten sonra bir öküze daha yıllarımı veremem. O yüzden mi, kariyerimi yaparım keyfime bakarım arkadaş !

Ekim 04, 2011

Kime istiyorsan O'na Söyle


Nefret, tiksinti, iyi görüntü ama beş para etmez ruh... Yazık, kendine zararı var bari çevresindekilere el sürmesin. Aklında, ruhunda, tabiatında bulundurduğu tüm bakterileri, virüsleri içinde barındırsın da çevresine kusmasın. Gerçekten bu kadar hata yaptığının farkında mı acaba? Bilinçli mi yapıyor ya da bilmeden mi yapıyor, gerçekten beynini açıp, hücrelerini teker teker kontrol etmek istiyorum. Bir insan nasıl bu kadar bencil olabiliyor, aklımın içi almıyor. Sonunda olan yine çevreye oluyor. Belediye bile verdiği rahatsızlıktan dolayı özür diliyorken, insanlar nasıl bu kadar duyarsız, ukala, bencil olabiliyor. Bu kadar mı tatmin edilemeyen yüksek egolara sahip? Yazık ki ne yazık, doyumsuz egolar ve hep daha fazlası... Açlık dürtüsü ve ne bulduysa saldırma hissi. İşte asıl hayvanlık budur !!

Ekim 03, 2011

Bana Bir Günlügüne Lokomotif Verseler

Bugün tarihi Cumhuriyet Treni'ne dokundum... Makinist bölümüne girdim ve hayallere daldım... Koskoca bir demir parçasını, ray dediğimiz iki çubuk arasında belli rotalar içerisinde idare etmek nasıl bir şey acaba diye düşünürken, aslında insanlara hiç yabancı tabirler olmadığını fark ettim. Sonuçta biz de hayatımızı belli sınırlar çerçevesinde idame ettirmiyor muyuz? En özgürlükçü adam bile, bir yerde illa ki "alem ne der" diye düşünüyor... İşte bu duygular içerisindeyken kendimi uçsuz bucaksız tarlalar üzerinde, sadece iki ray arasında uzanan rotada seyir halindeyken buldum. Fakat kendimle baş başa kalıp düşünmek hiç iyi gelmiyor diye aklımdan geçirirken, iç sesim devreye girerek "Yanına alacağın üç şey ne olurdu?" diye sordu. Yine piçlik damarlarım tutmuştu. Fazla düşünmeden aklımdan geçen ilk şeyi söyleyerek "Johnny Depp'i alırdım" dedim. Fakat onun bir korsan olduğunu hatırladıktan sonra "siktir et, karada işe yaramaz" dedim ve bir kenara bıraktım. Yılların aşık olduğum Johnny Depp'i bile fayda etmemişti. Sonuç olarak koskoca treni idare ediyordum, benden alası olamazdı. Bir süre daha düşündüm, illa ki yanıma alacak bir şey bulabilirdim. Brad Pitt'i aklımdan geçirdim, yalnız oldum olası sarışınlardan hoşlanmam ne bileyim böyle çocuk gibi geliyorlar bana erkek dediğin esmer olacak, yapılı boylu poslu olacak. Onu direk eledikten sonra bir de Türklere göz atmaya karar verdim. Popüler olan bir kaç ismin en başını Kıvanç Tatlıtuğ çekiyordu. Ne yazık ki o da sarışındı, hiç düşünmeden Burak Özçivit'e gözümü çevirdim. Yalnız aklımdan geçenlere göz çevirmek değil, alenen göz dikmek denir. "Hayal benim değil mi lan! istediğimi yaparım" diyerek hemen yanıma aldım Burak'cığımı. Allah boş gününde yaratmış derler ya, bir insanın ağzı burnu kaşı gözü bu kadar mı biçimli yerli yerinde olur! Diye düşünürken tekrar hayalime geri döndüm; ben treni idare ederken o da yanımda, sarılıyoruz, öpüşüp koklaşıyoruz.......... derken tren raydan çıktı. Ulan hayal kurmasını bile beceremiyorum, hayal gücüme sıçayım !! Kaza yapmanın neredeyse imkansız olduğu yerde hayal bile olsa ben onu da yaparım, ya raydan çıkarırım ya da bir inek sürüsüne çarparım. Cenabetlik değil mi, hayalimde bile gelir bulur beni. Kendime söylenerek Burak'ı da bir kenara fırlattım o da işe yaramayacaktı. Dere tepe düz, yolumda ilerliyorum. Yalnız başıma olmak hepsinden daha hayırlı, aynen şu anda olduğu gibi. Bir süre daha ilerledim. Yalnız geçmişten hıncımı alamadığım bir kaç insan, ki insan demeye bin şahit ister (kısaca ben öküz diyorum), aklıma geldi. Aniden treni durdurdum. Hayal değil miydi, düşündüğüm anda hepsi yanımda bitti ve önümdeki raylara işledikleri suç sırasına göre bağladım. Hepsi bana teker teker yalvarıyor, "biz yaptık sen yapma, etme, eyleme" diyodu, hatta içlerinden biri işi ilerletti gözümün yağını bile yedi. Şöyle pislik bir bakış fırlattıktan sonra "geberin lan pezevenkler!" dedim ve lokomotifin başına geçtim. Gerçek hayatta alamadığım hırsımı nihayet alacaktım, bu fırsat kaçmazdı. Anahtarı çevirdim ve kontağı çalıştırdım. "Trende kontak mı olur lan" diye kendime küfrederek arkamdaki kazana üç-beş kömür fırlattım. Ağır ağır ilerliyordum... Önümde dizilmiş prens görünümlü piçleri gördükçe içimdeki canavar fırlıyor, adeta gözümü kan bürüyordu. Kurduğum komplo teorilerinin yanında Testere'ye bir film daha çevirirdim, yemin ederim. Hepsine sesimi kısarak "Make your choice" demek de ayrı bir zevkti. Lakin raylara bağladıktan sonra başka bir şans sunmak kadar pislik bir şey de olamazdı. Kurduğum hayal beni mest ediyor, sevinçten adeta kendimi bulutların üzerinde hissediyordum. Derken bir ses "hadi Fulya, karnım acıktı kızaaam in de ciğer yemeye gidelim" dedi. Hayalimin en derin yerinden boğulmak üzereyken irkildim. Bana seslenen en yakın kız arkadaşımdı. Sövsem bir türlü sövmesem bir türlü diye karar aşamasındayken, irkilmenin vermiş olduğu kızgınlıkla  "ulan gerizekalı, iki dakika hayal kurdurmadın! bok ye!" diyerek hiç suçu olmayan birinin daha kalbini kırmış oldum. Oysa arkadaşım acıkan karnını doyurmaktan başka bir şey istememişti. Kahretsin yine kendim ettim kendim buldum. Sonuç olarak hayal kurmak bana hiç yaramıyordu, hemde hiç!!

Cumhuriyet Treni - Edirne
Her ne kadar boyanmış, temizlenip paklanmış olsa da bir süre sonra örümcek ağları sarıyor her bir yanını. Tırmanıp çıkarken elime bulaşan toz kırıntıları, basamaklardaki pislikler derken tepede buldum kendimi. Cumhuriyet Treni'ydi ne de olsa, saygıda kusur etmemek gerekiyordu. Ben de bu saygıya istinaden tozları şöyle bir üfleyerek elimdeki peçete parçasıyla üzerini sildim. Hayalim de o tozlar gibi uçup gitti... Bana da sadece üzerinde bu pozu vermek düştü.

Eylül 28, 2011

Dikkat! Okumayın Kanser Eder


Öğrencilik hayatım hakkında pek konuşmak istemesem de ne yazık ki geçmişimin o hain pençesinden bir türlü kurtulamıyorum. Tam unuttum derken yeni istisnalar karşıma çıkıyor, kendi kaidemi ne yazık ki yerle bir ediyor. Yine rutin sabah kahvaltılarımdan bir tanesiydi. Rutin diyorum çünkü mezun olduktan sonra her günüm birbirine benzemeye başladı. "Öğrenciyken böyle miydi lan....!" bak yine hatırladım. Neyse; çayımı yudumlayıp yine gazetelerin sadece magazin eklerine göz gezdiriyorken, bugün olsun şeytanın bacağını kırıp bir de normal gazeteye göz atayım dedim, atmaz olaydım.... Toplumumuzu bilinçlendirmek adına araştırma yapan bir grup gazeteci 'Kansere Neden Olan Yiyecekler' başlıklı bir yazı kaleme almış. Öğrenciliğimin pis günlerinden sonra kendimi arındırmak adına bir nevi 'Sağlıklı Yaşam' adı altında tüketilen yiyeceklere merak salmış biri olarak, bu yazıyı göz ardı edemeyecektim ve okumaya başladım... Satırlar ilerledikçe yüzüm gözüm bozarıyor, adeta kalp krizi geçirecek gibi oluyordum. Bir süre daha okudum, lakin bir satır daha okumaya takaatim kalmamıştı. Yazıda bulunan zararlı yiyecek ve içeceklerden en az 10'da 9'unu, kimini periyodik, kimini de devamlı olarak 5 sene boyunca tüketmiştim. Artık aklımı tek bir soru kurcalıyordu; "Ne yani ben ölecekmiyim?" Bu soru daha sonra hangisinden ne kadar tükettiğimi hesaplayarak "Ne kadar daha yaşarım?" şeklini, en sonunda da "Amaaan öleceksem cesedim bari yakışıklı olur lan!" halini almıştı. "Sikerler!" diyip gazeteyi bir kenara fırlattım. Artık kaderimle baş başaydım. Şu kısacık ömrümü nasıl değerlendireceğimin, bununla ilgili ne kadar masraf yapabileceğimin hesaplarını yapmak üzere elime defter ve kalemimi aldım. Bir süre düşündükten sonra ne yapacağıma karar veremezken birden ot gibi yaşadığımı farkettim ve kendime bir kez daha lanet okudum. Öte yandan annemin "Ne yapıyorsun kızım defterle? Bıkmadın mı okumaya?" sorusuna da verecek bir cevap bulamamıştım. Daha fazla iç sesimle birlikte kalırsam aklımı kaçıracaktım.  Zaten azalan ömrümün kalan kısmını da yarım akıllı olarak geçirmeye hiç niyetim yoktu. Kızarmış ekmeğim, demlenmekten yanmış çayım ve küflenmiş eski kaşarımla yarım bıraktığım keyfime kaldığım yerden devam ettim...

Yüreğimi ağzıma getirmeye sebep olan maddeler;

  1. Aşırı alkol
  2. Tatlandırıcılar ve tatlandırıcı eklenmiş yiyecek ve içecekler (diyet)
  3. Füme, salamura besinler
  4. Aşırı tuzlu ve şekerli yiyecek, içecekler
  5. Yanmış, kömürlenmiş kırmızı et
  6. Kızarmış, yanmış, karamelize olmuş her türlü besin (kızarmış-yanmış ekmek, tost dahil)
  7. Trans yağları içeren kızartmalar, cipsler, fırın işi ürünler
  8. Küflü, nemli pul biber
  9. Küflenmiş kuruyemişler ve patatesler
  10. Nitrozamin içerikleri nedeniyle sosis ve salamlar...



Eylül 27, 2011

içkinin Halleri

Alkole zaafımın büyük olması Trakyalı biri olarak tabi ki tesadüf değil aksine kaçamadığım bir kaderimdir. DNA bileşenlerimin bunu bir ihtiyaç gibi algılaması ise kendimden çok genetiğimin suçudur. Bu yüzden bana ön yargılı yaklaşmayın, beni hor görmeyin aksine sevin, sayın bilin ki alkol alan adamdan zarar gelmez. Çünkü zararı anca kendisinedir. Sabah kalkınca pişmanlıklarla geçirdiği bir geceye söver. Başını duvardan duvara, yerden göğe vurur. Telefonunu eline dahi almak istemez. Çünkü yanlış kişiyi aradığını her ne kadar hatırlamasa da bilir. Lanet ederek güne başlamıştır, bir de siz vurmayın ona, aksine şefkat gösterin. Devamlı içen biri değilim, fakat önüme çıkan hemen her fırsatı değerlendiririm. Kendi piçlik yapıma uygun bir grup arkadaşımla birlikte periyodik bakıma girer gibi içki masasında buluşur, konsepte göre kendi ölüm şeklimizi hazırlarız. Bu konseptler gruptaki kişi kriterlerine göre değişir, fondaki müzik de o gün ki psikolojiye göre oluşur.

Konsept 1: Rakı Masası
Kültürümüzün en büyük nimetlerinden biri olan, benim de vatanında yetiştiğim çok saygı değer bir içki çeşididir rakı. Yaş ortalaması 7'den başlamasa da 70'e kadar her gruptan, her statüden insana hitap eder, dostlukları pekiştirir, sevgi yumağı oluşturur. Rakı masasını diğerlerinden ayıran özelliği ise en lezzetli mezesinin muhabbet olmasıdır. Bu sayede insanlar aralarında iyi iletişim, hatta etkileşim kurar (elektrik-trafo misali). Pek çok aşk bu masalarda alevlenip, ne yazık ki yine aynı şekilde sönmüştür. Suçlu olarak her ne kadar rakı olarak gösterilse de asıl kabahat insanın doğasındadır, nankörlüğündedir. Rakı onları buluşturduğu halde çiftler bulmuş da bunarlar. Bu konsepte eşlik eden müzik ritmi genelde fasıl olmakla birlikte, tek bir ud'u bulabilen öpüp başına koyar. Konseptin balıkla özdeşleşmesinin nedeni birbirlerini en iyi idare edebilen çift olarak görülmesindendir. Hatta Rakı&Balık ikilisinin dillere pelesenk olmasını neredeyse TSE bile tescilleyecektir. Sonuç olarak rakı candır, bir tanedir, eşi benzeri yoktur.


Konsept 2: Şarap Makamı
Şarap makamı diyorum çünkü bu içki türünün bir ucu yoktur. Ya çok elitler içer ya da çok sefiller... Bunun sebebi kendisini pek çok şekilde görmemizden kaynaklanır. Ekşisi, tatlısı, yıllanmışı; beyazı, siyahı bi de rose'u (ben ona yumuşatarak 'roooz' diyorum); ucuzu, pahalısı derken, bir de yanına en yakışacak peynir seçimi var tabi... En sonunda kafam karışınca "siktir et lan, gurme işi beni bozar" diyorum ve bütçeme en uygun olanını (Güzel Marmara; yani anlayacağımız dilde, Köpek Öldüren) alıyorum, sefilliğime bir sefillik daha ekliyorum.

Konsept 3: Ağır Abi Şekli
Bu konseptin en önemli davetlisi viskidir. Siyah gömlek-gri ceket ikilisini yapan ağır abiler barlarda locasını kapatır ve sırf şekil amaçlı bir şişe Chivas'ı yetmedi ikincisini masalarında sallandırır. Onların öyle durduğuna bakmayın Jack Daniels'ı hor gören bu abiler aslında en ucuzundan bir rus vodkasını kolay kafa yapıyor diye evlerinden çıkmadan önce içmişlerdir bile. Millet eller havaya koparken onlar önünde viskisi, yanında çukulatasıyla birlikte neredeyse kazık yutmuşçasına yerlerinden kıpırdamadan kasılır dururlar.



Konsept 4: Vodka & Redbull
Kokusuna dahi dayanamadığım bir içecek varsa o da kesinlikle redbulldur. Bunun nedeni henüz alkolle yeni tanıştığım zamanlara kadar dayanmaktadır. Toydum, küçüktüm, yeni yetmeydim resmen. Şekil yapacağım diye ne kadar içtiğimi ben de bilmiyorum, ama beni hastanelik edecek kadar içmiştim. Gözlerimi ambulans içinde üstüm başım kesilmiş halde açtım (çünkü üzerime ne olduğunu bilmediğim abuk kablolar bağlamışlardı). Yanımdaki doktor da bir şeye benzeseydi bari en azından yediğim iğnelere aldığım seruma içim yanmazdı. Vodka ne yazık ki benim literatürümde lanetli bir içkidir. Hiç sevmem kendisini, ama seveni de çoktur. Parti yapmak isteyen pek çok grup bu alkolü yanında türlü meyve sularıyla tüketir. Müzik tercihleri genelde pop, house olmak üzere techno, metal vb. olarak sıralanır. Vodkanın lugatında depresif takılmak yoktur. "Eğlenmek istiyorsan tüket beni" der bu alkol, acıya yer vermez. Sırf bu yüzden çok uzun zamandır kendisiyle bir araya gelemedim. Kaderime sıçayım!!

"Unuttuğum bir şey var lan" derken birayı bu kategoride gruplandırmadığımı fark ettim. Açıkçası nereye koyacağımı da düşün düşün bulamadım. Çünkü kendisi toplumumuzun büyük bir kısmında su niyetine dahi tüketilir, kısacası adam yerine koyulup pek de alkolden sayılmaz. Ne yazık ki bu noktada düşene ben de bir tekme vurup, "bira içmek hamallıktan başka bir şey değil" diyerek kendimi bir bok sanıyor, ardından parasız günlerimi hatırlayarak "kötü günlerimin en büyük dostu" diyip başıma tac ediyorum.

Eylül 25, 2011

+18 ki ne onsekiz

(not: bu yazı sansürlenmiştir.)

Yazı yazma ilhamımın gece gelmesi, melankolik bir yapıya sahip olduğumdan değil düşünmeye anca vakit bulmamdandır. Aksi halde düşünmeden bir şeyler karalasam buraya....... neyse olacakları tahmin bile edemiyorum. Türk'ün aklı ya kaçarken ya sıçarken'miş... Benimki de anca boş vakitte çalışıyor. Gerçi çok düşündüğümde de abuk sabuk şeylere bozuluyor kafam. Onun niye gözünün üstünde kaş var, sütyenini niye oraya atmış (genelde ablama sinirlenirim bu konuda), neden buraya sıçmış falan filan... Sinirlenmek için sebep çok bende. Güneş ışığının geliş açısına bile sövüyorum arada. Bu zamana kadar çarpılmamam da bir mucize tabi. Hele sabah o ışık bana vurduğunda çileden çıkıyorum resmen. Bunun nedeni tabi ki toplumumuzda süre gelen tabirler. Yok efendim sabah güneşi sidikliye, akşam güneşi güzele vururmuş. Yok deve! Sanki öteki işemiyor, sıçmıyor. Tanrıça o, yemek falan da yemez, osurmaz, geğirmez.
   Türk toplumu hem sevilen hem de nefret edilen pek çok duygu, düşünce, deyim ve atasözlerini bünyesinde barındırıyor. Özellikle belden aşağı vurmak toplumumuzun geçmişten günümüze en sevdiği uğraşıdır. Hatta bununla ilgili pek çok özlü sözleri atalarımız dile getirip klişeleştirmiştir. Ayıp atasözlerine şöyle bir göz gezdirdiğimde kendilerinin nedense en çok g*tle uğraştığını farkettim. Bknz; G*te giren şemsiye açılmaz, atasözü bunun en belirgin örneğidir. Bunun haricinde bir öncekinden daha ayıp olarak "s*kilmiş g*tün davası olmaz" sözü içinden çıkılamayan durumları kısa yoldan halletmek için sıkça kullanılır. Ben bile buraya yazmaya çekinirken lugatımda kullandığım için kendimden utandım bir an.
   Bunları da sizin için araştırdım;
   -Ordu geçtikten sonra borazanı g*tüne sok,
   -İmam osursa cemaat sıçar,
   -Adını verdi diye g*tünü verdi çalıya,
   -Ayranı yok içmeye faytonla gider sıçmaya.
   Tabi en çok telaffuz ettiğimiz, boş vermişlik olarak kullandığımız bir deyim var ki, onun üstüne laf bile söylenmez "Amaaaan, koy g*tüne gitsin!!"
   "Türkçe de hiç zengin bir dil değil" diyenlere kapak olsun bu yazdıklarım. Bir Türk duygularını bundan daha iyi anlatamaz herhalde. Neyse muhabbeti burada kapatıyorum, zaten internet özgürlüğümüzün devlet tarafından sıkıntıya girdiği şu dönemde g*tle ilgili bu kadar konuştuktan sonra daha açık konuşamayacağım. Ama görüyorsunuz ki suç bende değil Atalarımızda. Biz onlar yüzünden böyle olmuşuz.

Eylül 23, 2011

Feminist Olmaya Az Kala


"Bende şans olsa zaten anamın karnından erkek doğardım..." diyenlerden değilim tabiki. Hatta aklımın ucundan dahi geçmedi. Aksine yaşamımın her dakikasında bu dünyaya kız olarak geldiğim için şükrettim. Hiç işim yok bir de sünnet ol, askere git, çalış çoluğa çocuğa bak, eve gel üstüne karı dırdırı çek...... hiç bana göre değil cidden. Dırdır yapmak gibisi varmı yaa. Biraz naz yapacaksın sevgiline/kocana eziyet edeceksin ama o seni yine de sevecek, tabi yersen!
Dünyadaki ortak düşünce her ne kadar, en çok çile çekenin kadınlar olduğuna işaret etse de aslında durum böyle değil, çünkü her şey bizim parmağımızın ucunda, en azından öteki taraf garanti; bir çocuğun olursa cennet bile kadınların ayakları altında. Beyler kabul edin sizden daha akıllıyız. Siz kendinizi çapkın biliyorsunuz ya, asıl çapkın olan kadındır. Kadın isterse diye bir tabir var ya işte o, çünkü kadın isterse kendini tavlatır. Siz sadece 'tavladım' zannedersiniz. Ne yazık ki o küçük dünyanızda düz mantıktan başka yatan birşey yok. -Gördün mü ....'yı nasıl tavladım, kız bana aşık oldu b'olummmm..! kız ise -yaaa tam bir gerizekalı iki laf ettim diye ona aşık olduğumu sanıyor. Tabi erkekler işin bu kısmını hiç bir zaman bilmezler. Hele bunun gibi tipler iki kızı birden idare ediyorsa ya da etmeye çalışıyorsa, ondan kralı yoktur bu alemde. Havasından suyundan, afrasından tafrasından geçemezsin. 'Biri olmazsa nasıl olsa elde diğeri var salla gitsin amk' mantığı işe yarayacak zannedip elde var sıfır olduğunu görünce de götleri tutuşur. Kısacası zavallılardır, en zararsızlardır onlar, acıyın. Çünkü beceriksizdirler. Kendinden başka kimseyi kandırmaktan öteye geçememişlerdir. (ps: buradaki iç ses içinden geldiğince söv diyor)
   "Sen, çok akıllı, egosu tavanda, yüksek mertebe, gerizekalı insan, hoş insan demeye bin şahit ister; hayatta senden daha akıllıları var, bil diye söyledim yani!"
Hiç bir erkek hayatta en çok değer verdiği kişiyi unutamaz. Fakat kadın için durum böyle değildir. Kaybetmemek için elinden gelen herşeyi yapar belki gururunu bile ayakları altına alır, gitmesine izin vermez. Ama o şahıs bir kere gözünde biterse bir daha asla dönüp arkasına bakmaz. Bunu gören erkek ise olay mahaline mutlaka geri döner, kız onun suratına "siktir git!" dese bile gökten nur yağdı zannedip bir de utanmadan "yarabbi şükür!" der. İşte erkeklerin gurursuz hali de böyle rezil bir şey...
Kadın saftır ama aptal değildir. Kadın iyi niyetlidir, ama bir yere kadar. Kadın sevgi ister, erkek ise huzur istiyorum der. Aslında bilmez ki sevgi verdiğinde huzur bulacağını ama aptal işte akıl yok ki düşünsün. Sonra gel de sıkıyorsa "şanslı olsaydım erkek doğardım" de. Beni de bozdu ulan bu erkek doğası. Ben böyle değildim yemin ederim. İşim yok sanki bir de bu saatten sonra feminist düşüncelere boğuluyorum ya da işim yok diye fazla uğraşıyorum. Neyse sonuç olarak kafa rahat net !

Eylül 21, 2011

Göründügüm Kadar Masum Degilim

   Kendimi tuttum tuttum nereye kadar? Benim de zaaflarım var, ben de insanım. Derken beynimde bir ampul yandı. Fakat bu ampul herhangi bir siyasi partiden bağımsız, tamamen kendi sinir hücrelerimle alakalıdır. Tabiatımla ilişkili olarak, aklımda çakan bu tür sinyallerin sonu pek hayırlı olmamakla birlikte, çevremde de istenmeyen maddi olmasa da manevi olarak bir takım zararlara yol açmaktadır.
   Yine günlerden bir gün, yani en son gündüzdü ben öyle hatırlıyorum, sabah gözümü açmamla birlikte başlayan aksaklıklar o günün nasıl sonlanacağının bir takım sinyallerini veriyordu. Zaten uzun zamandır kaderimle barışık olmadığım bu olağan günlerde, yüreğim bir atraksiyonu daha kaldıramayacaktı. Bu yüzden kendi kendimle kalmaya karar verdim. Lakin öte yandan içimdeki pislik Fulya'yı da durduramıyordum. İşten yana zaten yüzümün gülmediği şu günlerde aşktan yana yediğim kazıklar, içinde bulunduğum psikolojinin adeta tuzu biberi olmuştu. "Kime elimi attıysam kurudu" tabiri vardır ya, işte lafın gediğine oturduğu tek şahıs benimdir. Cümleyi tersine çevirirsek de bana kim yan gözle baktıysa şansı açılmış, resmen o hatundan bu hatuna koşmuştur. İşte bu tür birikimlerle başladığım güne aynı kafa bozukluğuyla devam ettim. "Kişi kendi kendisinin psikoloğudur" lafını ilke edinen bünyem bu sorumluluğu daha fazla taşıyamayarak, midem karışıyor adeta kusacak gibi oluyordum. Neyse, sağ salim eve adımımı attım. Artık güvendeyim derken ablamın Amerika'ya gitmesinin yarattığı boşluktan mıdır nedir, suratıma bir tokat daha evde atılmıştı. Bu dakikadan sonra kimse beni tutamazdı. Yalnızlığımla beraber içimden çıkan çocuk adeta minik Osmancık(öylebirgeçerzamankideki) gibi hıçkıra hıçkıra "beni kimse sevmiyor" edasıyla salya sümük ağlıyordu. Bir süre bu halimi devam ettirdikten sonra bünyemi toparlayıp, fettan Caroline gibi kendimi alkole vermenin zamanı gelmişti. Televizyonun yanında yarattığım alkol mabedimin içinden beni en çok sarhoş edecek içkiyi seçtim. Sıfır model hiç açılmadık Bacardi şişesini zamanı gelince mojito yaparım diye almıştım. Fakat kendisi meğersem kötü günlerim içinmiş, bilemezdim... Limon konusundaki hassaslığım, onu baştacı etmem yine işe yaramış, elde bulunan tonikle beraber kendi intihar seremonimi hazırlamıştım. Fonda çalan MFÖ'den 'yalnızlık ömür boyu' şarkısıyla psikolojime ufaktan bir giriş yapıyordum. Tabi bu hafif tınılar zaman ilerledikçe sırasıyla Sezen Aksu, İbrahim Tatlıses derken en sonunda da altın vuruşumu yaparak Ağır Roman'dan en sevdiğim parçalarla noktalanacaktı. Aradan 1-1,5 saat geçmişti, "hala sarhoş değilim lan" diyerek hayıflanan bedenim ayağa kalkmamla birlikte bana ilk şakasını yapmıştı. Artık bırak ayakta durmayı, burnumun ucunu seçmekte dahi zorlanıyordum. Neyse "yerimde otursam daha iyi olacak" dedim ve ilk kurbanımı aradım. Genelde bu ilk kurbanlar benim en yakın kız arkadaşlarım olup, kendileri her türlü eziyetime katlanırlar. Tabi aklım hala biraz yerindeyse onları arayıp, yanlış herhangi bir başkasını aramama hususunda beni vazgeçirebilsinler diye yalvarırım. Yine aynı şekilde teker teker hepsini aradıktan sonra kendi iç sesimle baş başa kalmıştım. Fakat şanslıydım, "alkol bütün kötülüklerin anasıdır" lafını bu sefer kendisine ben yedirerek, ona sağ gösterip sol vurdum. O kadar çok içmiştim ki adeta alkol beni zararsız hale getirmiş, kuzular gibi uyumama sebep olmuştu. Sabah gözümü açtığımda ise acı gerçekle karşılaştım, Bacardi şişesi bir daha mojito olamayacak şekilde dibini görmüştü. Gecenin sonunda beni tek sevindiren noktaysa telefonumdaki son aranan bölümünde herhangi bir yanlış kişi, kurum ya da kuruluşun olmamasıydı. Dediğim gibi, fotoğrafıma aldanmayın sadece ben değil hiç bir dişi göründüğü kadar masum değildir...

Eylül 20, 2011

Mezun olduysam ne olmus ??


Beynimi bu ara "nasıl bir baltaya sap olurum?" sorusu fazlasıyla işgal ederken, ben ise koltuğumda kurulmuş yan gelip yatıyor adeta günümü gün ediyorum. Hatta koltuğa o kadar yerleşmişim ki, sünger popomun şeklini almış, arada bir ihtiyaçlarımı karşılamak için kendisinden ayrılsam bile eski haline dönmez oldu. Benim de maşallahım varmış yani... İlk, orta, lise derken üniversiteyi de bitirdim. Hala dün gibi aklımdadır hazırlık yıllarım. Gerçi yaşlandığını kabul etmek istemeyen ilkokul birinci sınıfı bile dün gibi hatırlar. Hoş ben daha akşam ne yedim onu bile hatırlamıyorken ilkokul yıllarım nereye... Mezuniyet telaşıydı, elbisesiydi, kepiydi, saçıydı, başıydı derken, 5 yılın sonunda "acilen tatile ihtiyacım var" diyerek iş bulmama konusunda bizimkileri bir süre idare ettim. Lakin daha fazla nasıl oyalayacağım onu ben de bilemiyorum. Yan gelip yatmak kadar güzel bir şey yokmuş, hele ekmek elden, içtiğin su da gölden olunca... Ailen ne kadar zengin olursa olsun ya da 5 kuruşu olmasın, 20 küsür yaşlarında mezun-işsiz bir birey aile içerisinde büyük stres ve sıkıntıya neden oluyor, kısacası kişi hor görülüyor. Babam her ne kadar sıkıştırmasa da ben onun inceden iğnelemelerini çok iyi anlayabiliyorum. Hatta biraz önce kendisinden ufak bir taş yedim bile; beni bilgisayar başında gören babam, "kızım ne yapıyorsun, internetten başvuru mu yapıyorsun?" diyerek, 2 saniye içerisinde bunalıma girmeme neden oldu. Bu aralar suratımdan eksik olmayan sivilcelerimin nereden geldiğini şimdi daha iyi anladım. Babam bir bilse burada dert yanıyorum, üstüne "beni millete mi şikayet ediyorsun" diye kendisinden ikinci fırçamı yerim.
Neredeyse 15 yıl süren eğitim-öğretim hayatımın ardından okulların açıldığı şu güzel, bol güneşli günlerde boş boş takılmak da ayrı bir heyecan. İçinde bulunduğum bu dönemin bana en büyük faydası ise her dizi hakkında bir bilgimin olması. O kadar çok vaktim var ki, tv kanallarının bu sezon yumurtladığı dizi furyasında akşam izleyemediklerimi illa ki gündüz izliyorum. En çok üzüldüğüm ise 7/24 yayınlanan Doktorlar dizisini takip etmemem oldu. Kim bilir izleseydim belki bu işsiz günlerimde bana bir faydası dokunur, ben de bir hemşire, hiç olmadı bir hasta bakıcı olurdum. Boşluktan abuk sabuk şeylere dertlenirken, bir yandan da aklıma lanet etmeyi de ihmal etmiyorum tabi.
"Babamın gözüne nasıl batmam?" diye ürettiğim yöntemleri biraz iş bulmak için düşünseydim şimdiye bir Angelina Jolie, hiç olmadı dublörü olurdum. Bu düşünceler arasında kaybolurken, üniversitede neden işime yarar spesifik şeyler okumadığım için de halime küfretmiyor değilim. Öyle bir bölümden mezunum ki ne işletmeciyim, ne de ekonomistim, kısacası bölümce sıfatsızın tekiyiz! Oysa bir mimarlık, hukuk ya da tıp okusaydık, "şimdi sen ne oldun?" diye soranlara yapıştıracak net bir cevabım olurdu. Ama ne yazık ki bu soru her yöneltiğinde, beni strese sokuyor karşımdakinin anlamayacağını bile bile bölümümün adını söylüyorum.
-kızım sen ne okudun? 
-uluslararası tic..... 
-ooo uluslararası, çok iyi çok iyi uluslararasından mezun olmuşssun sen. Devamını duydumu acaba amcam.
İçinde bulunduğum durum bana her ne kadar psikolojik baskı uygulayıp, beni ezip geçse de bünyem yan gelip yatmam konusunda ısrarını sürdürüyor. Ben de sol omzumdaki şeytana uyup üzerinde oturduğum koltuğun süngerini bu arada biraz daha şekillendirmeye devam ediyorum.

Eylül 19, 2011

Türk Kahvesi adama neler yaptırır...

Ortam hazırlanmıştır... Tabi bu ortam için sadece içilmiş ve özene bezene kapatılmış türk kahvesi yeterlidir. Özene bezene diyorum çünkü bu masum gibi görünen küçük fincanlardan aşırı bir şekilde medet umulmaktadır. Kısaca kendisi 7'den 70'e her gruptan insanın umut taciridir, kadın-erkek, yaşlı-genç onun için farketmez...
Her kız grubunda olduğu gibi burada da konuşulan ilk konu "nasıl daha zayıf olabilirim"dir. Karşıdan bakıldığında "üflesem uçacak lan bu!" dediklerin hala zayıflamanın yollarını tırım tırım aramaktadır. Aslında bilmezler ki erkekler ele avuca gelen, hafif dolgun hatunlardan hoşlanırlar. Sırf bu diyet uğruna türk kahveleri en az şekerle yapılır, fakat servisinde mutlaka çikolata ve lokum bulunur. Ben böyle işin..! Diyetle ilgili birkaç taktik verildikten sonra artık aralarından birinin ortamın aurasını bozup kendi ex-aşkına ya da genel olarak erkek tabiatına isyan etmesi gerekir. Birkaç saniyelik sessizlikten sonra içlerinden biri dayanamayıp "bu erkeklerin var yaa, topunun allah belasını versin!" der ve herkes bu saatten sonra dökülür... Dışardan görsen çok hanım hanımcık, kibar görünen tipler artık ağıza alınmayacak küfürlerle bezenmiş bir dille karşı cinse sövmeye başlar. Bu tip buluşmalar, kızlar arasında bir nevi terapi niteliği taşır ve buluşmanın sonunda içindekileri kusan bayanlar teker teker bir melek olmuştur. Melek dediğimiz de öyle bildiğimiz beyaz kanatlılardan değil. Çünkü hepsi aldıkları bu gazla karşı cinsin kökünü kurutmaya yemin etmiştir. Tabi asıl korkulması gereken, bu grup düzenledikleri seans sonrası ya karşı cinsle buluşursa? İşte problem bundan sonra başlar. Birbirlerinden akıl alan, birbirleriyle deneyimlerini paylaşıp ders çıkaran bu kızlar artık erkek arkadaşlarıyla buluşup onları kendilerine köle etmek için her türlü pisliği, kandırmacayı yapacaktır. Bu yolda herşey mübahtır diyerek emellerine ulaşana kadar çalışmaya devam ederler. Öte yandan bu kızların tam tersi bir grup vardır ki, onlar sonsuza dek yalnız kalmaya mahkumdur. Bu tipler toplandıklarında aynı şekilde erkeklere sayıp söverler ama terapi sonrası aptal hallerini sürdürüp yalnız kalmaya devam ederler. Bu kısım erkekleri hiç yormaz, başlarının etini yemez, dırdır etmezler çünkü yapılanlara "susmak en büyük erdemdir" diyerek tepki vermezler. İşte bu yüzden buluşmadan hep elleri boş dönerler. "Huzur istiyorum" diyen erkek ise bu tiplerin değerini bilmeyip onlara acı çektiren fettanların peşinden huzur aramaya giderler. Bu nedenle yapılan türk kahvesi temalı seansların dünya üzerinde kimseye faydası olduğu görülmemiştir. Kendisi sadece "40 yıl hatırı var" diyerek kahveyi yapan kişi üstünde bir daha görüşmek üzere baskı kurmaktan öteye geçememiştir.

Eylül 17, 2011

Az Buçuktan Kendim

Burası benim ikamet alanım olduğuna göre kendimden bir kaç parça bir şeyler yazmak boynumun borcu gibi geliyor. Halbuki kimsenin beni sallamadığı bu ortamda kendimi anlatacağım diye niye bu kadar yırtınıyorum anlayabilmiş değilim... Neyse tamam sustum. Efendim kendimden bahsedeyim, çok basit biriyim, herkes gibi, ama anlayabilene! Limon çok severim mesela, o kadar çok yerim ki sayesinde normal tansiyonum 9'a 5'ten şaşmaz. Her insan gibi 11-6 formatına geldiğinde kalbim pıt pıt atar, 12-8 olduğunda hele ölecek gibi olurum. Neyse s*ktir et çok önemli sanki... Eee, ne diyordum; orta boylarda esmer bir kızım, en azından topuklu giydiğimde kendimi biraz boylu diye yutturabilecek seviyedeyim. Her insan evladı gibi güzelim diye bir iddiam yok ama fena da sayılmam hani. Gerçi 3 senedir suratıma kimse bakmıyor ama o benim 'meymenetsiz'liğimden muhtemelen (not: kimi kelimeler vardır ya söylersin ama hiç yazmamışsındır nasıl yazacağını bilemezsin işte bu da onlardan, ben kendisini memeletsiz diye bilirdim, meğer meymenetsiz'miş, ben demedim valla google söyledi).
Fal baktırmayı çok severim ama genelde de söylenenleri sallamam, ancak karşımdaki bana duymak istediklerimi söylerse işte o şahıs benim can ciğer kuzu sarması en iyi dostumdur. Bugüne kadar falcıya 5 kuruş vermemişimdir. Eş, dost, arkadaşla bakışırız falı, yani karşılıklı. Akrabaya hayatta baktırmam, elbet bir mal davası vardır ve %90 ağır sallar. Çoğunlukla kahveyi ben yaparım başkalarının yaptığını pek beğenmem ayıptır söylemesi. Kahve için ayırdığım vakit çok önemlidir, bir de onun altı vardır ki biz ona kahvealtı yani "kahvaltı" deriz, o olmazsa olmazım. Tek başıma olsam bile üşenmeden gazetemi alır, yumurtamı kırarım.
Sağlıklı yaşamı hayatımın en ön safhalarına yerleştirme kararını uzun süre önce aldım, fakat bu gayem hafta sonunun gelmesiyle her cuma bozulur ve pazartesi tekrar devam eder, yani kendimden 2 adım öteye geçmişliğim yoktur. Kararsız yapıma lanet ederken kendimi her zaman "sen terazi burcusun olur öyle şeyler yavrum" diyerek telkin etmeye çalışır, kısacası dengesizliğime dengesizlik katarım. Aslında bu kadar çok şey zırvaladıktan sonra anlatmak istediğim tek şey "bana yaklaşmayın yakarım".