Mayıs 31, 2012

Bir yudum daha

   Yaktım sigaramı karşı sahile doğru…  İskemlenin üzerinde oturmuş, dumanımı olabildiğince üflüyorum. O kadar güçlü üflüyorum ki, sanki tüm kötülükler, pislikler bedenimden bir anda kopup gidecekmiş gibi geliyor. Sahilde birkaç balıkçı teknesi ve ben… Hava kararmak üzere. Fenerimi yaktım. Taburenin üzerinde ufak rakı, az peynir. Su dahi yok! Gerçi rakının yanında su içmem ya neyse. Sonra sigara paketine bakıyorum, ben sigara da içmem. Ne hikmetse, içesim gelmiş işte. Hava gittikçe kararıyor. Ufukta batan kızarmış güneşi görüyorum. “Ruhum da bu kırmızı renk kadar sıcak olabilse” diyorum. Derken şimşek çakıyor. Haydaa, bulutlar nereden geldi? Etrafıma bir kez daha bakıyorum. Kimseler yok! Radyonun antenini biraz daha uzatıyorum. Çekmiyor işte Allah kahretsin! Rakımdan bir yudum alıyorum, küçük bir lokma da peynir. “Nereden geldi bulutlar?” diyorum, kızıyorum. Ne güzel güneş ısıtıyordu içimi oysaki… Radyonun antenini biraz daha çeviriyorum. Ses geliyor sanki.
   1dk sonra…
   Biraz daha netleşti. İşte istediğim şarkı! Radyonun cızırtısında ayrı bir hoş geliyor kulağa… Bir yudum daha alıyorum, halis kendi bağının üzümlerinden yapılma Tekirdağ Rakısı… Peynir bitmiş, olsun… rakı var nasıl olsa.
   “Ne güzel çalıyor bu radyo da…” sıradaki parça da güzel. Levent Yüksel'i çok severim. Arkama biraz daha yaslanıyorum. Bir sigara daha yakıp adalara doğru tüttürüyorum. “Bu kaçıncı sigaram?” paket bitmiş işte. Bir şimsek daha çakıyor, öyle kuvvetli ki ciğerlerimde hissediyorum titremesini. Göğüsüm sıkışıyor, yutkunuyorum. Gözlerimi kapatıyorum, kararan havayı bir de ben siyaha boyuyorum. Radyo yine gitti, hem de en keyifli yerindeyken. Şansım yok bu gece… Biraz daha kurcalıyorum, başka kanallara bakıyorum. Bu sefer yönünü güneye veriyorum, tam bulutların olduğu yere doğru. Son dublemi doldurup, bir sigara daha yakıyorum. “Şerefe!” diyorum. Hep geçmişe kaldırılacak değil ya, geleceğe kaldırıyorum bu sefer kadehimi.
   Ses tekrar geldi. Bu sefer bu çalıyor. Ne güzel diyor, “at kadehi elinden bin parçaya bölünsün, dökülsün meyler yere…” derken elimdeki kadehi atıyorum. Parçalanmıyor kahretsin, kumsaldayım! Bir şimşek daha çakıyor, derken bir tane daha, sonra her yer bembeyaz… Hiçbir şey hatırlamıyorum. Neredeyim, nereden geldim, nereye gidiyorum… Ne ağrı hissediyorum, ne de bir acı. En temizini yaptım belki de, en temiz intihar senaryosu. Hem bekliyorsun, hem de beklemediğin bir anda karşılıyorsun…

Mayıs 28, 2012

Yazıyorsam Kendime Degil Ya!


   İyi, hoş, güzel, tamam yazıyorum yazmasına da, kimi zaman yazdıklarım kendime bile saçma geliyorken insanlara yaptığım işkence nedendir bilmiyorum. Gerçi yazmaya neden başladım onun da cevabını hala bulabilmiş değilim… Kimi zaman isyan ediyorum, kimi zaman mutluluktan yazıyorum. Bazen karamsarlıktan, çoğu zaman dalgasına… Kısacası boş kalmak bana göre değil, bir uğraşım olsun yeter!
    Bazen tutup kimi arkadaşıma zorla okutuyorum yazdıklarımı. Elimde olsa yoldan geçen adama “okusana genç!” diye salça olucam ama yapamıyorum, tarzım değil! Benden nefret ediyorlar farkındayım, ama okuduktan sonra “beni de yazsana len!” gibi kelimeler duyunca mutluluktan havalara uçuyorum. Tabi okutmak için o kadar dil döküp ardından “Avucunu yalarsın pislik!” demekten de ayrı bir haz alıyorum…
   Ben küçükken çok okumazdım, hatta hiç okumazdım. Bir gün Türkçe öğretmeni dersinde ‘Şeker Portakalı’ isimli kitabı dönem ödevi olarak vermişti. Eve lanetler okuyarak gitmiştim, çok iyi hatırlıyorum. Şimdi o kadar bedduamın ardından öğretmen ne halde merak etmiyor değilim. Neyse, kitabı bitirdiğimde dünyaları kurtarmış gibi hissettim kendimi. Ertesi gün kılıcımı kuşanıp okula gitmiştim, “sen misin bana zorla kitap okutan, hoca!!” diye atarlanacaktım. Asıl niyetim nereden geldiğini bilmediği tebeşiri alnının orta yerine fırlatmaktı, ‘büyüğümdür’ dedim vazgeçtim. Kahretsin, çok yufka yürekliyim! Belki de zorla dayatılan kitaplar yüzünden nefret etmiştim okumaktan. Kuzenim kitap kurduydu, kamyon dolusu kitabı vardı. Teyzemlere her gittiğimde okumaya heveslenir, eve onlardan aldığım ödünç kitapla dönerdim. Lakin hiçbirinin ikinci sayfasından öteye geçmişliğim yoktur. ‘Mavi Saçlı Kız’ vardı. Ergenken okuduğum ve bitirdiğim tek kitaptı. Kanser olan bir kızın tuttuğu günlük paylaşılmıştı. Kitabı okurken sabahlara kadar salya sümük ağladığımı hatırlıyorum, çok dokunmuştu. “Kitap okumak bana hiç yaramıyor, psikolojimi bozuyor!” diyerek okumamak için yine bir başka bahane bulmuştum kendime. Fakat bir gün öyle bir şey oldu ki, kendimi elimde 4-5 kitapla birlikte İstiklal'deki bir kitabevinin kasasında buldum. Bana ne oldu gerçekten bilemiyorum ama o gün bugündür okuyorum. Hatta sadece okumuyorum, aynı zamanda yazıyorum. Başıma taş falan düşmedi, ya da şuurumu kaybetmedim. Belki de büyüdüm, bir şeylerin farkına vardım. Aslında kendimi buldum, kendimi buldukça okudum, okudukça yazdım... Şimdi düşünüyorum da üç beş kitapla bu kadar yazıyorsam, evvel zamandan beri okusaydım neler yazıcaktım…
   Yazıyorsam kendime değil ya, herkese yazıyorum. Herkes kendinden bir şeyler bulabilsin diye yazıyorum. Tabi okuyup okumamak, okudukça da kendinizi bulup bulmamak size kalmış. Kendi kendime konuşsam da bu köşelerde, yazmaya yine de tam gaz devam...

Bu linkte de 'freemag' isimli internet dergisinde yayınlanmış blogumu görebilirsiniz... 

Mayıs 27, 2012

Bira - Tekila



Kapısını daha ilk açtığınız andan itibaren buram buram bira kokusunun bedeninizi sardığı bir bar burası. Loş ışığın hakim olduğu, gözle gözün birbirini bulamayacağı köhne bir yer… Nemli ahşap döşemelerin arasında küflenmiş bir bar taburesi üzerinde oturuyorum. Sırasıyla gözüme çarpan içki şişeleri, envayi türden bardaklar… Benim önümde ise fıçıdan dolma bira, yanında tek limon dilimiyle tekila, biraz da tuzlu fıstık! Fonda bir tek bu parça çalıyor, başımı iki elimin arasına almış düşünüyorum. Diğer yandan ise hafifçe başımı kaldırıp etrafıma usulca bakıyorum “Acaba buradaki herkes benim gibi mi?” Meraklı gözlerle sorguluyorum hepsini teker teker, sanki bana hesap vermeleri gerekiyormuş gibi!  Tekrar önüme dönüyorum, tabureme biraz daha gömülüp biramdan bir yudum aldıktan sonra tekila shotımı atıyorum.
“Bu bar nerede?” diye merak ediyorsanız, fazla uzağa gitmenize gerek yok! Sadece kendinizi 75’lerde hayal edin. Eğer böyle hissediyorsanız şimdi müziğin sesini açın, gözlerinizi kapayın, o yer size gelir…

Mayıs 25, 2012

Ladylik benim neyime ?


Lady Diana - asil budur!
   Devam niteliği taşıyan günlerimin herhangi birini yaşıyorken, sabah uyanmış yine en huysuz halimle kimseye ‘günaydın’ demeden önce “bugün ne yapsam acebaaa?” diye soru zarflarına boğulmuştum. Hoş, artık evde ‘günaydın’ diyebileceğim kimse yok ya neyse… Sabah sabah uyanmış yine abuk şeylere kafa yorarken midemin doyurulmaya muhtaç olduğunu hissettim. Evet, emir büyük yerden mecbur kalkılacak!
   Çift yumurtalı, bol baharatlı omletimi yeşilliklerle süsledikten sonra, sanki harika bir şey yapmış hissiyle televizyonun karşısına geçtim ve başladım o kanal senin bu kanal benim dolaşmaya… Türlü magazin programı, sağlık programı derken herhangi bir kanalda nihayet durdum. Dikkatimi çeken ilk durum, konuk kişinin enteresan bir şekilde çok zarif bir bayan olmasıydı. Evet enteresan diyorum çünkü ortada ters giden bir şeyler vardı. Henüz uyanmış olmanın verdiği mahmurlukla ekrana birkaç dakika mal gibi bakakaldım. Kadın taş gibi hatta şarap misali, öyle kibar, öyle naif, öyle asildi ki dönüp aynaya baksam bir daha kendime bakamıycam o derece! Fakat kadında farklı bir durum olduğu her halinden belliydi. Derken, okkalı bir tokat yemiş misali kendime geldim. Ekrandaki naif bayan ne yazık ki görme yetisini zamanında kaybetmiş biriydi. Bu durum ilgimi daha çok çekti ve başladım izlemeye. Kadın konuştukça düşünüp duruyor, görmeyen biri nasıl bu kadar görgülü, bilgili olabilir diye kendi kendime hayretlere düşüyordum. Bir yandan takdir ediyor, diğer yandan da dinledikçe kendimden utanıyordum. Derken birkaç dakika içerisinde herşey gün yüzüne çıktı… Meğer bu kibar bayan hali zamanında İngeltere’nin herhangi bir yerinde Ladylik dersi veren bir okula gitmiş, üstüne oradan diploma almış… Tabi ben durur muyum “Benim neyim eksik lan!” diyerek, başladım nedir ne değildir diye araştırmaya.
Grace Kelly
   Efendim, bu tip okullar Avrupalı soyluların ya da kızlarının soylu olarak yetiştirilmesini isteyen ailelerin ilgi gösterdiği bir okul türüymüş. 10-20 yaşlarında olan kızlar genelde bu okullara gidip edep adap, kısacası adab-ı muaşeret öğreniyorlarmış. Bana göre ise bu okulun diğer adı “nasıl zengin koca bulunur?” okulu ya, neyse… Konu iyice ilgimi çekmeye başlamıştı, hoş neden merak ediyorsam gitmeye kalksam zaten yaşım tutmuyor, yine iş başa düştü! “Bana bu kadar bilgi yetmez” diyerek başladım araştırmaya, google'cım sağolsun hiç yormadı beni. O pencere bu pencere derken verilen derslere şöyle bir göz attıktan sonra böyle bir okulun varlığı konusunda iyice karamsarlığa düşmüştüm. Biri şaka yapıyor olmalıydı kesin. Konu başlıkları o kadar abuk ki, bana böyle ders vermeye kalksalar bırak okuldan ayrılmayı üstüne oradaki herkesi tokatlayıp “kendinize gelin lan manyak mısınız!” der, ardıma bakmadan kaçarım. Lakin bunca araştırmadan sonra da kendimi orada hayal etmeden de geçemedim…
Coco-Chanel
   
   Ders 1- Nasıl şapırdatmadan, üzerine dökmeden, çatal bıçak kullanarak güzel yemek yenir?
   Sol elimde çatal, sağ elimde bıçak, karnım aç, önümde orta pişmiş haliyle bonfile ve karşımda da lady olduğunu iddaa eden kadın… Ben aç olduktan sonra gerisi teferruat, afiyet olsun Fulyacım… Otur, sıfır!
   Ders 2- Kendi söküğünü bile dikebilen terzi.
   Yahu, ben daha sabah giydiğimi akşam dolabıma asamıyorken, kendi söküğümü nasıl dikicem? Boş işler bunlar tutarım birini işte toplasın arkamı. Geç…
   Ders 3- Partnerinin ayağına basmadan dans edebilme dersi.
   Koskoca topuklular ayağımda daha iki adım atamazken, karşımdakinin ayağına basmamak zor zanaat. Ayrıca ben niye dikkat ediyorum ki, o kaçsın benden.  Hatta mümkünse beni ayaklarının üzerine alsın havada dans edelim, çok iyi numara yaparım hiç çaktırmam ;)
   Ders 4- Yenilebilir yemek hazırlama dersi.
   Allahım isme bak, adında hayır yok bir kere… Yenilemeyen yemek mi olurmuş! Bana göre ‘yemek’ adını taşıyan herşey yenilebilir. Saçmalığa bak, geç bunu da…
   Ders 5- Gevelemeden, tükürmeden adam gibi nasıl konuşulur?
   Bak işte burada sıkıntı var. Lafı çok gevelerim, hem de öyle böyle değil. Sırf cevabını almak için aynı soruyu 5 farklı yerden sorar, cevaplamak istemediğim sorularla ilgili de 5 geri takla atarım. Ama iyi bir yanım da var tabi, bunların hepsini tükürmeden yaparım. '2' geçer not…
   Ders 6- Toplu yerlerde düzgün davranma dersi.
   Toplum içinde veya dışında hatta evde bile oturup kalkmasını iyi bilir, ağzımdan çıkan lafı cımbızla seçerim. Tamam abartmış olabilirim, ama neyse ki bu konuda hiçbir sıkıntım yok iddaalıyım! Bence bu dersi ben veriyim de millet hanım hanımcık hemde fıstık gibi bir hatun görsün…
   Ders 7- Erkekler nasıl deli edilir, nasıl naz-cilve yapılır? dersi.
   Yarama tuz basmayın n’olur. Derdim çok bu konuda, hatta en son bir arkadaşım bana öyle bir laf etti ki beynimden vurulmuşa döndüm “kızıııımm, sen yıllardır bizimle takıla takıla iyice erkek gibi oldun, elinde tesbih eksik!” O cümleleri işitirken öyle bir tokat indi ki suratıma, Osmanlı yanında ancak avucunu yalar! Ama intikamım acı olacak…
   Ders 8- Başa ansiklopedi koyularak düzgün yürüme dersi.
   Bana ansiklopedi vız gelir, beton bile koysan yine düşer o kafamdan. Neden biliyor musun? Çünkü kafatasım şekilsiz. Onu bunu bırak da güzel yürürüm vesselam, göz ucuyla da olsa şöyle bir baktırırım kendime, ben değil valla onlar söylüyor…
   Ders 9- Nasıl daha güzel görünebiliriz, dersi.
   Sanırım aralarındaki en mantıklı başlık bu. Etrafımda gördüğüm kendini bilmez o kadar kadın var ki, elimde olsa kollarından tutup alışverişe götürücem. Lakin çok isterim ama yapamam imkanlarım kısıtlı, meşgul insanım ben! Otur, yıldızlı pek iyi…
   Son derse geçmeden önce ufak bir açıklama yapmak istiyorum. Çünkü son madde öyle bir konu ki, Ladylik Okulu denen zımbırtının ne kadar saçma bir şey olduğunu açıkça gözler önüne seriyor. Yorumu ben yapmıyorum, size bıraktım asdfghjklasdfghjkl………………..
   
   Ders 10- Boğularak kimseye rezil olmamak için yüzme dersi. 

Sevgiler...

Mayıs 21, 2012

Uzun lafın kısası


   Bazen kendimi cidden anlayamıyorum, anlamlandıramıyorum. Küçükken de anlamazdım zaten. Hoş bu yaşa geldim hala değişen pek bir şey yok ya... Çocukluğumda depresyonların eşiğinden dönmüşlüğüm çok vardır, neyse ki hasar almadan kurtardım kendimi. Eee bünye sağlam ne de olsa, “Domuz gibi maşallah!!” derler ya, o hesap benimki… Hayır yani anlamıyorum insan isminden neden nefret eder? Evet, ben ettim. Manyaklık değil mi onu da yaptım işte. Hatta o kadar tiksiniyordum ki, elimde olsa mahkeme kararıyla değiştirecektim. Şükürler olsun, henüz 18 değildim yaşım tutmuyordu. Hadi ismim Kezban olsa, Kader olsa, onu bunu bırak Okşan olsa anlıycam da… Küçüktüm, cahildim her söze kanıyordum işte, laf dinlemiyordum ki…
   90’lardı henüz, takma isim çılgınlığı vardı. Zeynep çok popülerdi o sıralar, Dilek vardı bir de. Ben doğduktan 1 sene sonra da Selin furyası çıkmış, haberim yok…  Komşunun kızı vardı, adı Dilek’ti. Çok güzel hatundu vesselam, ben de hep ona özenirdim. Kendisi uzun boylu, esmer, yeşil gözlü, tabiri caiz ise fıstık gibi bir kızdı. Şimdi soruyorum “hani üzüm üzüme baka baka kararırdı?” Kandırıldım resmen, lanet olsun! Sabahlara kadar “benim adımı neden Dilek koymadınız?” diye ağlar, tek suçlu annemmiş gibi günlerce konuşmazdım kadınla. Babama bir şey diyemezdim, düşkündüm adama napıyım… Şimdi düşünüyorum da, tam bir psikolojik deliymişim. Hem de ‘evlat olsa sevilmez’ cinsinden! Oyun oynarken kendi adımın suyu çıkmış gibi takma isim olarak Dilek’i seçerdim. Belki de suyu çıkmadığı için sevmiyordum çiçek gibi ismimi. Ne de olsa popüler kültür çocuklarıyız biz, 8.15 vapurunda toplanırız hepimiz.
   Hiç ‘Fulya’ diye bir arkadaşım olmadı benim, “adaşımmmm…” diyerek kimseye sahip çıkamadım şu hayatta. Yazık lan bana! Hadi herşeyi geçtim, ismimin anlamını bilmeyen yüzlerce kişiyle tanıştım. Sırf bu yüzden nefret ettim belki de. Tüm çocukluğum boyunca soran herkese ne anlama geldiğini açıklamakla uğraştım. Alt tarafı sarı, beyaz, güzel kokulu bir çiçek işte, abartılacak pek bir yanı yok yani. Fakat o kadar daraltıyorlardı ki beni, utanmasalar fotoğrafını isteyeceklerdi. Hayır, soranlar da koca koca teyzeler, amacalar, suratlarının orta yerine çarpıp “utan ulan cahil!!” de diyemiyordum ki… Şimdi düşünüyorum da ne kadar zor zamanlar geçirmişim. Eeee, çocukluk işte başka dert tasa mı var!
   Her ne kadar küçüklüğümde aile bireylerinin hepsini teker teker işkencelerden geçirmiş olsam da, şimdi “iyiki de” diyorum… İyiki de adımı bu kadar özel, söylemesi güzel ve kulağa hoş gelen bir çiçek isminden koymuşlar. Yoksa Zeynep olsaydı, hele hele Kezban olsaydı ne yapardım, nerelere giderdim! Dağlar tepeler az gelir, okyanusları aşardım kim bilir… 

                                                                                                                            Fulya!

Mayıs 20, 2012

We are young


   Nedendir bilmiyorum ama 3 gündür evde mal gibi bu şarkıyı dinliyoruz. Ben açıyorum ablam kapatıyor, ablam açıyor ben kapıyorum. Hatta dinlemesek bile ağzımıza dolandı bir kere o billur seslerimizle şarkıyı bağıra bağıra söyleyip tüm mahalleyi inletiyoruz. Ailecek abuk takıntılarımız var işte elde değil... 
   Şarkı enteresan bir biçimde kendine bağlıyor insanı. Aslında sözlerini bir kenara bırakıp şarkıya kapıldığınızda hiç ingilizce bilmeseniz bile garip bir şekilde, o an içinde bulunduğunuz herşeyle bir bütün oluyorsunuz. Ya da bana öyle geliyor, boş verin işte saçmalıyorum yine. 
O yüzden, benden size güzel bir pazar dinletisi olsun, sevgiler...

Tonight,
We are young
So, let's set the world on fire
We can burn brighter
than the sun...

Mayıs 17, 2012

Metanet


   Her sabah güneş doğarken, yeni bir güne uyanırız. Hafif bir baş ağrısı, biraz mahmurluk olsa da üzerimizde güneş doğmuştur bir kere, gülümseyip selam etmek gerekir…
   Çok uzun değil sadece 1 dakika öncesine kadar önemsenmeyecek derece ateşim vardı. Peki şimdi? Her yanım alev alev iken, içim cayır cayır yanıyorken kıçı kırık bir soğuk algınlığı beni ne kadar etkileyebilir? Dakikanın dakikayı onu bırak, salisenin saliseyi tutmadığı şu hayatta neye en çok üzülebiliriz ki? Arkadaş kazığına mı, yoksa elimizden alınan oyuncağa mı, ya da terkedilişe mi… Büyüyoruz ne yazık ki, yükümüz artıyor. Sırtımıza aldığımız onlarca şey, sadece tartı üzerindeki rakamları değiştirirken bizden neler götürüyor farkında mısınız? Bir nefes alıp, aldığın nefesi geri verdiğin an bile değişiyor hayat ve değiştiği gibi de devam ediyor, sen tekrar değiştiremiyorsun! Baharlar geleceğine söz vermiyor belki hayat, kiminin ışığını söndürüyor kiminin de yolunu aydınlatıyor.
   Kışın ortası olmasına rağmen, güne güneşli başlamıştı 28 Ocak. Fakat farklı bir şey vardı anlayamadığım, bir gariptim. Hastaydım elbet ateşim vardı, ondandır dedim umursamadım. Erken bir saatte, hiç uyanmayacağım dakikalara gözlerimi açmıştım. Kalkıp bir iki lokma bir şey yiyip ilaç içmeye karar verdim. Yastığımla yorganımı kapıp televizyonun karşısına geçtim. Fakat insan hasta olduğunda duygusallaşır ve birine ihtiyaç duyar ya, ben de anneme ihtiyaç duymuştum. Sonuç olarak bir Alex değil, hala bir çocuktum. Annemi aradım, açmadı. İkinciye aramak adetim değildir, nasıl olsa tekrar arar derim. Fakat içimden bir ses ısrarla aramamı söylüyordu. Tekrar aradım ve açtı…
   “Anne?”
   “N’oldu Fulya?” Allah Allah annem bana ‘kızım’ demedi, evlatlıktan reddedecek değil ya neyse… Çok telaşlı bir ortamda olduğu her halinden belliydi, fakat nerede olduğunu sorduğumda küçücük çocuğa dahi yutturulamayacak bir cevapla karşılaştım, ne yazık ki onun da aklı yerinde değildi. “Evdeyim Fulya!” Hasta  olduğumu, ona ihtiyacım olduğunu, buraya gelip gelmeyeceğini sordum. Annem öyle umursamazdı ki, konuştuğum kişi sanki annem değil bir başka kadındı. Sinirlenip telefonu kapattım, üstelik “benden bir şey saklıyorsun” diye bağırarak… İkinci telefon bana değil bu sefer ablama geldi, içeriden bir çığlık “Ne diyorsun anne ne kazası!!”
   28 Ocak’tan bu yana ancak dile getirebiliyorum bu duygularımı. Şükürler olsun ki, hayat söz vermemiş olsa da baharları gösterdi bize. Belki de bu yüzden yazabiliyorum şu an hislerimi. Hayat öyle bir şey ki, aklını alıyor ve aldığı gibi de geri veriyor... Metanet!

Mayıs 11, 2012

Hovarda


   Hareketli bir gecenin ortalama saatlerindeyim. Bütün bir haftanın yorgunluğunu atmak amacıyla kendimi sokaklara atmışken, haftasonunun telaşına karşılık bir o kadar sessiz, bir o kadar da yalnızım.
   Arkadaşlarımın bulunduğu barın önüne gelmiş, içeri girip girmeme hususunda yine kendimle tartışıyordum. Kapının önünde durmuş düşünürken tam olarak ne yapmam gerektiğini ben de bilemiyordum ki, bir süre haraketli sokağın ortasında mal gibi dikildiğimin farkına bile varamamıştım. Omzuma çarpan bir diğer omuz nihayet kendime gelmeme sebep oldu. Ben kimim? Neredeyim? gibi aptalca sorular sorarken durumumun ciddiyetini farketmem üzerine kendimi sorgulamaya devam ettim. Olmak istediğim yerde miyim? Ya da daha doğru bir sual olarak, olmak istediğim kişilerle mi? Biraz daha düşünmenin akıl sağlığımı olumsuz etkileyeceğini düşünerek kendimi içeri attım. Kalabalık, sağırlık derecesinde yüksek ses, havada uçuşan shot bardakları… Kendimi kaybedeceğim, rutin bir gecenin başlangıcındaydım yine… Kızla erkek sayısının birbirini tuttuğu, sahteliklerin cirit attığı sonunun nereye gideceği belli olan sıradan bir gece…  Gülümsemeler, geyik muhabbetler, saçma sapan bir gösteriş! Her şey ne kadar da sahte geliyordu ilk defa gözüme. Ben mi değiştim yoksa içeridekiler mi yalan? Yoksa bir şeylerin farkına mı vardım sonunda? Bir süre daha izledim, fakat eksik bir şeyler, olmayan, olduramayan, bana aptalca gelen şeyler vardı. Boğuldum, daraldım… Ait değilim buraya ben de farkındayım. Peki neden buradayım? Gerçekleştirmem gereken bir ritüel haline gelmiş hayatıma aynı monotonlukta devam ediyordum. Ye, iç, eğlen, sarhoş ol ve sex… Bu kadar gerizekalı olamazdım, olmamalıydım. Tanrım ne kadar zavallıyım! Biraz nefes almak için kendimi kapı dışarı ettim. Merdivenin tekine sotelenmiş otururken sokaktan gelip geçenleri izliyordum. Farklı yüzler, farklı suratlar, kişilikler… Ne yapmalıydım? İçeriye girip her zaman olduğu gibi göt misali bir kafaya ulaştıktan sonra yanıma alacağım hatunla gecenin sonunu mu getirmeliydim? Yoksa bir sefer de olsa insan olup kendimi mi dinlemeliydim?
   ‘Şeytan’ diye adlandırdığımız varlık her zaman sol omzumuzdayken, hele bir erkek olarak ona uymamak çok zordur. Fakat artık benliğime yaptığım haksızlıklara daha fazla tahammülüm kalmamıştı.  Bana verilmiş bir görev olarak gördüğüm, sıradanlıktan bayağılaşmış gecenin böyle devam etmemesi gerektiğine kanaat ettikten sonra, sigaramdan bir fırt daha çekerek “sikerler” edasıyla izmariti fırlatıp ezdim. Bir nebze de olsa kendime saygımın arttığını düşünerek evimin yolunu tuttum. Nihayetinde muhabbetlerimize konu olan o meşhur şeytanın pabucunu kendisine iade ettim ve bir seferlik de olsa kendim olabilmenin hazzını yaşadım…

Mayıs 05, 2012

Yine Yeni Yeniden


   “İlkbahar ne demek?” diye sordunuz mu hiç kendinize? Ben sordum… Yeni demek, yenilenmek demek, boşuna bu bahara ilk dememişler sonuç olarak. Kabuğunu bırakmak demek, başlangıç demek benim için ilkbahar.  Radikal kararlar alırım bu aylarda. Yenilik, yenilenme, kabuk değiştirme, tazelik… “Bahar temizliği” yaparlar büyüklerimiz. Ev hanımları evlerini tazelerler bir nevi. Bende bahar temizliği yapıyorum elbet, ama ruhuma…
   Karıncalar bile sığamayıp yuvalarından çıkarlar. Güller tüm tonlarıyla gözlerimize hitap eder, adeta “beni koparmayın” dercesine yalvarırlar. Bereket getirsin diye 41 çeşit yuvadan kum toplarız. Ateş yakar, üzerinden atlayıp türlü dilekler dileriz. Sonuç olarak insanız, bir tanesiyle yetinemeyiz! Hızır dede kabul etsin dualarımızı diye gül ağaçlarının altına, kimi yazarak, kimileri çizerek, kimi ise kiremit toplayıp şekiller yaparak isteklerini söyler. Bu ritüellerin toplamına da “Hıdırellez” adını veririz. 5 May. 12 bugün, son cemre toprağa düştükten sonra artık kendimizi tamamen bahara teslim ettik.
   Şimdi arkanıza yaslanın, kulağınıza en hoş gelen müziği açın, derin bir nefes alın ve yeni kararlar almaya başlayın. Bir kere de olsun yenilenin, yenileyin kendinizi. Değişin..!

Ucundan biraz

Hayal kırıklığına mı uğradım yoksa sevindim mi bilemedim ama her ne kadar yarışmada birinci olamasam da bir tek benim yazımın değer görmesine ve böyle bir mecrada yayınlanmasına çok sevindim... Bu yarışma bir ilkti, ama bir başka yarışmalarda birinciliği elden bırakmam ;)

http://1sosyalmedya.com/benim-de-bir-blogum-olsun-kampanyasi-kazananlari.html

Mayıs 03, 2012

Güzel miyiz?


Bazı şarkılar vardır, içki masasının yanında dinlemelik değil, özellikle kendi için masa kurduran... Şimdi hayal edin, ılık esintilerin geldiği yosun kokulu bir kıyı... Uçuk mavi iskemlelerin olduğu, masaların üzerine kırmızı pöti-kare desenli sofra bezlerinin örtüldüğü, rakıların çay bardağından içildiği, etrafının balık ağlarıyla çevrildiği, kör lambaların dibini dahi aydınlatamadığı, salaş fakat huzur dolu bir meyhane. Kederle içeri girmenin yasak olduğu, ancak mutluluğunu kendine eş olarak yanına alabileceğin bir yer. 
Hangimiz orada olmak istemez ki?
Madam Despina rakıları dolduruyor, kocası ise ut üzerinde parmaklarını dolaştırırken güneyden gelen hafif lodos esintisi, yosun kokusunu burnunuzda tazeliyor. 

Yine mi güzeliz, yine mi çiçek...

Mayıs 01, 2012

Sıfatsız 1 Gün

   Hani olur ya, beyniniz uyanmıştır fakat siz tüm çabanıza rağmen bedeninizi yerinden kaldıramazsınız. Sağa dönsen olmaz, sol desen çok uzak kalır… İşte yine böyle bir günün başlangıcındaydım. Gerçi uyandığım saate pek başlangıç denilmez ya neyse…
   Rahat yatağımda yanıma iki yakışıklı almış misali sarıldığım, başımın altındakiyle birlikte toplamda üç eden yastıklarım ve ben mışıl mışıl uyuyorduk. Hatta öyle uyuyoruz ki, fiil halindeki “uyumak” sözcüğü yanımızda tüy kadar hafif kalır. “Öldüm mü acaba, cennette miyim? Yok lan ben cennete gidemem kesin” diye rüyamda kendimle tartışırken içeriden gelen sesleri duyuyor, fakat ne olduğuna anlam veremediğim için uyumaya devam ediyordum ya da uyuduğumu zannediyordum. Birkaç dakika daha bu şekilde devam ettikten sonra ayılmayı nihayet başarabildim. Fakat bu sefer de yastıktaki başım o kadar ağır geliyordu ki, ytong diye tabir ettiğimiz tuğla bile yanımda hafif kalır. Neyse en azından uyanmayı becerebildim diyerek yine bu hale gelmeme sebep olan geceyi hatırladım. “Bi daha içersem burnumdan çıksın, hatta geberiyim!” gibi tutamayacağım sözler veriyordum kendime ki, baskına uğramış bir şekilde aniden kapım açıldı ve odama üç tane birbirinden tipsiz hatun damladı. Zaten bende şans olsa odamı basan akşamdan kalma üç kız yerine, bir adet de olsa biscolata erkeği olurdu. “Neyse!” diyerek dertlerinin ne olduğunu soracaktım ki, “Kalk kızım Polonezköy’e gidiyoruz!” cevabıyla bir önceki gece doğumgünü olan ablam soramadığım sorumu çoktan cevaplamış oldu.. “Ne Polonezköy’ü abla, aklınız suya mı düştü? Yok Polonezköy dediğinize göre ormana kaçmış! Yatın uyuyun lan manyak mısınız?” diyerek “Günaydın” diyemeden yine türlü küfürlerle güne başlamıştım. Şaka yapıyor olmalıydılar. Evet evet kesin şaka, hemen uyanıyım diye böyle söylüyorlar, gibi şüpheli bakışlarımla suçlarını hafifletiyordum ki, “Hadi kızım Yiit’ler aradı yarım saate geliyorlar” diyen Tuuce gerçeği bir tokat gibi suratımın orta yerine yapıştırmıştı. “Ciddisin sen” gibi salakça bir soruyla tahammül sınırlarımın kalmadığını farkederek “Ya deli misiniz, bi gidin başımdan ben uyuycam! Siz gidin inek otlatın, yok yada öküz kovalayın ne biliyim takılın kendi aranızda yeterki beni rahat bırakın!” diyerek önüme geleni söylüyordum, ta ki elinde sürahiyle kapının önünde dikilen ablamı farkedene kadar. “Abladır o, saygım sonsuz” diyerek tüm mertliğimi bir kenara bırakıp yatağımdan kuzular gibi ayrıldım. Hazırlanmak için yarım saatim hatta direndiğim için o kadar bile kalmamıştı. Fazla düşünmeden elime attığım ilk kıyafeti üzerime geçirdikten sonra Polonezköy’ün yolunu tuttuk. (Bu arada ablam ve diğer kız arkadaşımız tarafından ekildik, onu söylemiyorum bile.)
   Kafamın kazan gibi, karnımın da inanılmaz derece aç olduğunu hesaba katarsak yol boyunca içinde bulunduğum durumu tarif etmeme gerek kalmaz sanırım. Yarısını içimden, bir diğer yarısını da sonunu düşünmeden ettiğim küfürlerimle nihayetinde “kendin pişir kendin ye” mantığı olan bir yere geldik. Toplamda 6 kişi 5 kilo et söyledikten sonra “oldu olacak sığır kesseydik” diyerek yanına da bira söyledik. “Çivi çiviyi söker” mantığıyla hareket eden bir arkadaş grubumun var olduğunu sayarsak yine kafamızın güzel olması kaçınılmaz bir son olacaktı ki, nitekim de öyle oldu. Tek dua ettiğim konu, yanlış bir karar verip rakı içmememiz oldu ki, bir kereliğine mahsus olarak da olsa doğru karar verebilmiştik. Bir yandan karnımızı doyuyor diğer yandan da biramızı yudumlayıp, Pazar gününün keyfini çıkarıyorduk. Birkaç saat bu halde muhabbet ettikten sonra, tabi hal ve durum değiştikçe “Polonezköy’e geldik yürüyüş yapmadan olmaz!” gibi parlak fikirlerin çıkması kaçınılmaz oluyor ki daha söylemeden uygulamaya geçmiştik...
   Bundan sonrasını açıkçası ben yazmaya cesaret edemiyorum fotoğrafları koydum gerisini siz düşünün. Sonuç; sağ salim eve dönebildik… 



Adını çıkmaz sokaklara veren arkadaşımız



Karaca-Geyik üretme istasyonudur, fakat öyle bir yer yok!




Doğayla dost olmak böyle bir şey...

Pardon 6 kişi değil 7 kişiydik

Stella'nın pansiyonunu bulamadık muhtemelen periliydi.
Gün sonunda doğum günü kutlamayı ihmal etmedik tabi...