Nisan 25, 2012

To be continued... (part-4)


   Eski İstanbul diye tabir ettiklerimiz ne ise, Üsküdar da o'dur. Bu semtte yaşıyor ve evin biraz da olsa boğaz görüyor ise ya solunda Tarihi Yarımadayı, ya karşında Dolmabahçe Sarayını ya da sağında Ortaköy Camii'ni mutlaka görürsün. İşte o zaman bu modern silüetin önünde dimdik ayakta duran gerçek İstanbul'la her gün selamlaşırsın...
   Akşamüstü henüz 5 civarı fakat hava iyiden iyiye kararmıştı. Kışın habercisi olan bu belirtiler melankolik halimi daha da bunlatmaya yetip artıyordu. Geniş penceremin önünde sabahtan beri oturduğumu farkettim. Zaman nasıl, ne yaptım da geçti gerçekten bilemiyorum. Sofi olmasa düşünceler arasında boğulurken belki sabah olduğunu bile farketmeyecektim. Neyse ki karnı acıkmış ve huysuzlanmaya başlamıştı. Mamasını vermek için mutfağa ilerlerken aynadaki halime gözüm ilişti. "Aman Allahım bu ben olamam!" Son günlerde hiçbir şey yemiyor sadece kahveyle besleniyordum. Aynada gördüğüm kişi Belin'den ziyade hastalıklı bir bedene aitti. Kendime hayret ettikten sonra "bir şeyler yesem iyi olacak" dedim ve buzdolabını açtım. Ne yazık ki orası da tıpkı benim gibi kurumuş, tabiri caiz ise tam takır kuru bakır olmuştu. Bulduğum bir parça kuru ekmek üzerine labne peynir sürdüm ve küçük dilimi yemeye çalıştım. İçimdeki histerik duygularla birlikte ekmek bana, ben ona bakıyor bir lokma daha almak içimden gelmiyordu. İnsanın ruh hali öyle bir şeydir ki, bazen ufacık incir çekirdeğini doldurmayacak bir nedenle salya sümük ağlamaya başlarsınız. Tezgaha yaslandım ve "bir lokma ekmek yemeyi bile beceremedim" diyerek hüngür hüngür ağlamaya başladım. Öyle ağlıyordum ki göz yaşlarımdan sel değil taşkın olurdu. Biraz sakinleşebilmek için dirseğimin tersiyle sümüklü burnumu ve akmış göz makyajımı sildim, balkona doğru ilerledim. Temiz, yosun kokan havanın iyi geleceğini düşünerek kenarda duran beyaz ferforje işlemeli sandalyeye oturdum. Önümden vapurlar, gemiler, tekneler geçip duruyor fakat ben tek bir yere odaklanmış duruyordum, Cihangir'e... Bu hale gelmeme sebep olan kalbimin orada attığı Hürrem'in sakat oğlunun adı verilmiş o küçük semte...
Üsküdar'dan Cihangir'e bakış
   Son anda aşkını anladığım adamın peşinden İstanbul'a gelmiştim. Her ne olacaksa olsun diyip tüm kariyerimi, tüm geleceğimi bir kenara itip aşkımın peşinden sürüklenmiştim hayallerimi. İskender olmadan Amerika'da değil bir kaç sene, bir kaç gün dahi duramazdım. Meğer hayatımın odak noktası, boş bardağım, saç fırçam, kapanmayan kapım, bozuk cd çalarım hepsi o'ymuş. İskender Türkiye'ye döndükten sonra New York'ta yalnız yaşamaya ancak 1 ay dayanabilmiştim. 1 ay sonunda da boş yer bulabildiğim ilk uçakla İstanbul'a döndüm. Dönerken öyle heyecanlı, öyle mutluydum ki, gözüm hiçbir şey görmüyor, dünya yıkılsa kıyamet kopsa zerre umrumda olmaz diyordum. Ne yazık ki gerçekler her zaman olduğu gibi ilk başta yüzünü göstermemiş, güzel başlayan herşey gibi ben de kötü biteceğini farkedememiştim.
   İskender'le her güzel giden ilişki gibi rutin aynı zamanda heyecanlı kısacası enteresan bir birlikteliğimiz vardı. Toplamda 1 yıl kadar herşey öyle yolundaydı ki sadece biz değil etrafımızdaki herkes ilişkimize "siz evlenirsiniz kesin" gözüyle bakıyordu. Güvenilirliğine inandığım bu birliktelik nedeniyle ailemi de ikna ederek 1 yıl sonunda hayatımı İstanbul'da devam ettirme kararı aldım ve kariyerime bir adım olsun diye çok uluslu, kurumsal bir şirkette işe başladım. Her ne olduysa, ilişkimize kim göz koyup nazar değdirdiyse 1 yıl sonunda tüm yaşamım tepe taklak oldu. Düşünsenize "benim canımın içi, hayat kaynağım" dediğiniz insan nedensiz bir şekilde hayatınızdan çıkıp gidiyor ve siz neden böyle olduğu konusunda hiçbir şey öğrenemiyorsunuz. Öyle bir durum ki, sanki yer yarılmış da o içine girmiş, ya da uzaylılar almış götürmüş... Nasıl bir terkediliş olduğunu anlamlandırmaya çalışırken bir yandan da hayatıma devam etmeye çalışıyordum. Sabah evden çıkıp işe, işten çıkıp eve, evden balkona, balkondan da Cihangir'e... Neden oraya bakmaya devam ettiğimi ben de bilmiyorum, sonuç olarak anılarımızın dolu olduğu o sıcak evden çoktan taşınmıştı.
   Soğuyan hava ve kararan gökyüzü irkilip üşümeme neden oldu. Hasta olmamak için içeri geçmeyi tercih ettim. Fakat bu sefer de duvarlar üstüme geliyor evin içinde boğulacak gibi oluyordum. "Burada duramam" diyip montumu üzerime aldım ve kendimi sokağa attım. Hava kararmış esnaf yavaş yavaş kepenklerini indirmeye başlamıştı. Dakikalar geçtikçe kışın yaklaşmasıyla birlikte kararan hava, neredeyse buz kesiyordu. İliklerime işleyen rüzgara aldırmadan kaldırımda ilerliyor, yine yeniden "acaba neden?" diyerek kendime, cevaplayamayacağım sorular soruyordum. Bu düşünceler içerisinde birkaç adım daha attım ki, acı bir fren sesi reflekslerimi açıp uyanmama neden olana kadar...

5 yorum:

  1. Yerinde olsam aynı şeyleri yapardım diyeceğim. Bilmem aynı burca sahip olduğumuzdan mıdır. Zaten beyoğluna yakın bir yerde oturduğum için buraların havası bir başkadır. Herşeyiyle katılıyorum.

    Gerçekten terazi kadını da erkeği gibi bir başkaymış anlaşılan.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Allah kimseye bizim burç kadar enteresanlık vermesin, ki tek olalım :)

      Sil
    2. Amin, ama çok yönlü olduğumuz için yakalamak kolay değil =)

      Sil
  2. çarptımı arabaaaaa

    YanıtlaSil