Eylül 28, 2011

Dikkat! Okumayın Kanser Eder


Öğrencilik hayatım hakkında pek konuşmak istemesem de ne yazık ki geçmişimin o hain pençesinden bir türlü kurtulamıyorum. Tam unuttum derken yeni istisnalar karşıma çıkıyor, kendi kaidemi ne yazık ki yerle bir ediyor. Yine rutin sabah kahvaltılarımdan bir tanesiydi. Rutin diyorum çünkü mezun olduktan sonra her günüm birbirine benzemeye başladı. "Öğrenciyken böyle miydi lan....!" bak yine hatırladım. Neyse; çayımı yudumlayıp yine gazetelerin sadece magazin eklerine göz gezdiriyorken, bugün olsun şeytanın bacağını kırıp bir de normal gazeteye göz atayım dedim, atmaz olaydım.... Toplumumuzu bilinçlendirmek adına araştırma yapan bir grup gazeteci 'Kansere Neden Olan Yiyecekler' başlıklı bir yazı kaleme almış. Öğrenciliğimin pis günlerinden sonra kendimi arındırmak adına bir nevi 'Sağlıklı Yaşam' adı altında tüketilen yiyeceklere merak salmış biri olarak, bu yazıyı göz ardı edemeyecektim ve okumaya başladım... Satırlar ilerledikçe yüzüm gözüm bozarıyor, adeta kalp krizi geçirecek gibi oluyordum. Bir süre daha okudum, lakin bir satır daha okumaya takaatim kalmamıştı. Yazıda bulunan zararlı yiyecek ve içeceklerden en az 10'da 9'unu, kimini periyodik, kimini de devamlı olarak 5 sene boyunca tüketmiştim. Artık aklımı tek bir soru kurcalıyordu; "Ne yani ben ölecekmiyim?" Bu soru daha sonra hangisinden ne kadar tükettiğimi hesaplayarak "Ne kadar daha yaşarım?" şeklini, en sonunda da "Amaaan öleceksem cesedim bari yakışıklı olur lan!" halini almıştı. "Sikerler!" diyip gazeteyi bir kenara fırlattım. Artık kaderimle baş başaydım. Şu kısacık ömrümü nasıl değerlendireceğimin, bununla ilgili ne kadar masraf yapabileceğimin hesaplarını yapmak üzere elime defter ve kalemimi aldım. Bir süre düşündükten sonra ne yapacağıma karar veremezken birden ot gibi yaşadığımı farkettim ve kendime bir kez daha lanet okudum. Öte yandan annemin "Ne yapıyorsun kızım defterle? Bıkmadın mı okumaya?" sorusuna da verecek bir cevap bulamamıştım. Daha fazla iç sesimle birlikte kalırsam aklımı kaçıracaktım.  Zaten azalan ömrümün kalan kısmını da yarım akıllı olarak geçirmeye hiç niyetim yoktu. Kızarmış ekmeğim, demlenmekten yanmış çayım ve küflenmiş eski kaşarımla yarım bıraktığım keyfime kaldığım yerden devam ettim...

Yüreğimi ağzıma getirmeye sebep olan maddeler;

  1. Aşırı alkol
  2. Tatlandırıcılar ve tatlandırıcı eklenmiş yiyecek ve içecekler (diyet)
  3. Füme, salamura besinler
  4. Aşırı tuzlu ve şekerli yiyecek, içecekler
  5. Yanmış, kömürlenmiş kırmızı et
  6. Kızarmış, yanmış, karamelize olmuş her türlü besin (kızarmış-yanmış ekmek, tost dahil)
  7. Trans yağları içeren kızartmalar, cipsler, fırın işi ürünler
  8. Küflü, nemli pul biber
  9. Küflenmiş kuruyemişler ve patatesler
  10. Nitrozamin içerikleri nedeniyle sosis ve salamlar...



Eylül 27, 2011

içkinin Halleri

Alkole zaafımın büyük olması Trakyalı biri olarak tabi ki tesadüf değil aksine kaçamadığım bir kaderimdir. DNA bileşenlerimin bunu bir ihtiyaç gibi algılaması ise kendimden çok genetiğimin suçudur. Bu yüzden bana ön yargılı yaklaşmayın, beni hor görmeyin aksine sevin, sayın bilin ki alkol alan adamdan zarar gelmez. Çünkü zararı anca kendisinedir. Sabah kalkınca pişmanlıklarla geçirdiği bir geceye söver. Başını duvardan duvara, yerden göğe vurur. Telefonunu eline dahi almak istemez. Çünkü yanlış kişiyi aradığını her ne kadar hatırlamasa da bilir. Lanet ederek güne başlamıştır, bir de siz vurmayın ona, aksine şefkat gösterin. Devamlı içen biri değilim, fakat önüme çıkan hemen her fırsatı değerlendiririm. Kendi piçlik yapıma uygun bir grup arkadaşımla birlikte periyodik bakıma girer gibi içki masasında buluşur, konsepte göre kendi ölüm şeklimizi hazırlarız. Bu konseptler gruptaki kişi kriterlerine göre değişir, fondaki müzik de o gün ki psikolojiye göre oluşur.

Konsept 1: Rakı Masası
Kültürümüzün en büyük nimetlerinden biri olan, benim de vatanında yetiştiğim çok saygı değer bir içki çeşididir rakı. Yaş ortalaması 7'den başlamasa da 70'e kadar her gruptan, her statüden insana hitap eder, dostlukları pekiştirir, sevgi yumağı oluşturur. Rakı masasını diğerlerinden ayıran özelliği ise en lezzetli mezesinin muhabbet olmasıdır. Bu sayede insanlar aralarında iyi iletişim, hatta etkileşim kurar (elektrik-trafo misali). Pek çok aşk bu masalarda alevlenip, ne yazık ki yine aynı şekilde sönmüştür. Suçlu olarak her ne kadar rakı olarak gösterilse de asıl kabahat insanın doğasındadır, nankörlüğündedir. Rakı onları buluşturduğu halde çiftler bulmuş da bunarlar. Bu konsepte eşlik eden müzik ritmi genelde fasıl olmakla birlikte, tek bir ud'u bulabilen öpüp başına koyar. Konseptin balıkla özdeşleşmesinin nedeni birbirlerini en iyi idare edebilen çift olarak görülmesindendir. Hatta Rakı&Balık ikilisinin dillere pelesenk olmasını neredeyse TSE bile tescilleyecektir. Sonuç olarak rakı candır, bir tanedir, eşi benzeri yoktur.


Konsept 2: Şarap Makamı
Şarap makamı diyorum çünkü bu içki türünün bir ucu yoktur. Ya çok elitler içer ya da çok sefiller... Bunun sebebi kendisini pek çok şekilde görmemizden kaynaklanır. Ekşisi, tatlısı, yıllanmışı; beyazı, siyahı bi de rose'u (ben ona yumuşatarak 'roooz' diyorum); ucuzu, pahalısı derken, bir de yanına en yakışacak peynir seçimi var tabi... En sonunda kafam karışınca "siktir et lan, gurme işi beni bozar" diyorum ve bütçeme en uygun olanını (Güzel Marmara; yani anlayacağımız dilde, Köpek Öldüren) alıyorum, sefilliğime bir sefillik daha ekliyorum.

Konsept 3: Ağır Abi Şekli
Bu konseptin en önemli davetlisi viskidir. Siyah gömlek-gri ceket ikilisini yapan ağır abiler barlarda locasını kapatır ve sırf şekil amaçlı bir şişe Chivas'ı yetmedi ikincisini masalarında sallandırır. Onların öyle durduğuna bakmayın Jack Daniels'ı hor gören bu abiler aslında en ucuzundan bir rus vodkasını kolay kafa yapıyor diye evlerinden çıkmadan önce içmişlerdir bile. Millet eller havaya koparken onlar önünde viskisi, yanında çukulatasıyla birlikte neredeyse kazık yutmuşçasına yerlerinden kıpırdamadan kasılır dururlar.



Konsept 4: Vodka & Redbull
Kokusuna dahi dayanamadığım bir içecek varsa o da kesinlikle redbulldur. Bunun nedeni henüz alkolle yeni tanıştığım zamanlara kadar dayanmaktadır. Toydum, küçüktüm, yeni yetmeydim resmen. Şekil yapacağım diye ne kadar içtiğimi ben de bilmiyorum, ama beni hastanelik edecek kadar içmiştim. Gözlerimi ambulans içinde üstüm başım kesilmiş halde açtım (çünkü üzerime ne olduğunu bilmediğim abuk kablolar bağlamışlardı). Yanımdaki doktor da bir şeye benzeseydi bari en azından yediğim iğnelere aldığım seruma içim yanmazdı. Vodka ne yazık ki benim literatürümde lanetli bir içkidir. Hiç sevmem kendisini, ama seveni de çoktur. Parti yapmak isteyen pek çok grup bu alkolü yanında türlü meyve sularıyla tüketir. Müzik tercihleri genelde pop, house olmak üzere techno, metal vb. olarak sıralanır. Vodkanın lugatında depresif takılmak yoktur. "Eğlenmek istiyorsan tüket beni" der bu alkol, acıya yer vermez. Sırf bu yüzden çok uzun zamandır kendisiyle bir araya gelemedim. Kaderime sıçayım!!

"Unuttuğum bir şey var lan" derken birayı bu kategoride gruplandırmadığımı fark ettim. Açıkçası nereye koyacağımı da düşün düşün bulamadım. Çünkü kendisi toplumumuzun büyük bir kısmında su niyetine dahi tüketilir, kısacası adam yerine koyulup pek de alkolden sayılmaz. Ne yazık ki bu noktada düşene ben de bir tekme vurup, "bira içmek hamallıktan başka bir şey değil" diyerek kendimi bir bok sanıyor, ardından parasız günlerimi hatırlayarak "kötü günlerimin en büyük dostu" diyip başıma tac ediyorum.

Eylül 25, 2011

+18 ki ne onsekiz

(not: bu yazı sansürlenmiştir.)

Yazı yazma ilhamımın gece gelmesi, melankolik bir yapıya sahip olduğumdan değil düşünmeye anca vakit bulmamdandır. Aksi halde düşünmeden bir şeyler karalasam buraya....... neyse olacakları tahmin bile edemiyorum. Türk'ün aklı ya kaçarken ya sıçarken'miş... Benimki de anca boş vakitte çalışıyor. Gerçi çok düşündüğümde de abuk sabuk şeylere bozuluyor kafam. Onun niye gözünün üstünde kaş var, sütyenini niye oraya atmış (genelde ablama sinirlenirim bu konuda), neden buraya sıçmış falan filan... Sinirlenmek için sebep çok bende. Güneş ışığının geliş açısına bile sövüyorum arada. Bu zamana kadar çarpılmamam da bir mucize tabi. Hele sabah o ışık bana vurduğunda çileden çıkıyorum resmen. Bunun nedeni tabi ki toplumumuzda süre gelen tabirler. Yok efendim sabah güneşi sidikliye, akşam güneşi güzele vururmuş. Yok deve! Sanki öteki işemiyor, sıçmıyor. Tanrıça o, yemek falan da yemez, osurmaz, geğirmez.
   Türk toplumu hem sevilen hem de nefret edilen pek çok duygu, düşünce, deyim ve atasözlerini bünyesinde barındırıyor. Özellikle belden aşağı vurmak toplumumuzun geçmişten günümüze en sevdiği uğraşıdır. Hatta bununla ilgili pek çok özlü sözleri atalarımız dile getirip klişeleştirmiştir. Ayıp atasözlerine şöyle bir göz gezdirdiğimde kendilerinin nedense en çok g*tle uğraştığını farkettim. Bknz; G*te giren şemsiye açılmaz, atasözü bunun en belirgin örneğidir. Bunun haricinde bir öncekinden daha ayıp olarak "s*kilmiş g*tün davası olmaz" sözü içinden çıkılamayan durumları kısa yoldan halletmek için sıkça kullanılır. Ben bile buraya yazmaya çekinirken lugatımda kullandığım için kendimden utandım bir an.
   Bunları da sizin için araştırdım;
   -Ordu geçtikten sonra borazanı g*tüne sok,
   -İmam osursa cemaat sıçar,
   -Adını verdi diye g*tünü verdi çalıya,
   -Ayranı yok içmeye faytonla gider sıçmaya.
   Tabi en çok telaffuz ettiğimiz, boş vermişlik olarak kullandığımız bir deyim var ki, onun üstüne laf bile söylenmez "Amaaaan, koy g*tüne gitsin!!"
   "Türkçe de hiç zengin bir dil değil" diyenlere kapak olsun bu yazdıklarım. Bir Türk duygularını bundan daha iyi anlatamaz herhalde. Neyse muhabbeti burada kapatıyorum, zaten internet özgürlüğümüzün devlet tarafından sıkıntıya girdiği şu dönemde g*tle ilgili bu kadar konuştuktan sonra daha açık konuşamayacağım. Ama görüyorsunuz ki suç bende değil Atalarımızda. Biz onlar yüzünden böyle olmuşuz.

Eylül 23, 2011

Feminist Olmaya Az Kala


"Bende şans olsa zaten anamın karnından erkek doğardım..." diyenlerden değilim tabiki. Hatta aklımın ucundan dahi geçmedi. Aksine yaşamımın her dakikasında bu dünyaya kız olarak geldiğim için şükrettim. Hiç işim yok bir de sünnet ol, askere git, çalış çoluğa çocuğa bak, eve gel üstüne karı dırdırı çek...... hiç bana göre değil cidden. Dırdır yapmak gibisi varmı yaa. Biraz naz yapacaksın sevgiline/kocana eziyet edeceksin ama o seni yine de sevecek, tabi yersen!
Dünyadaki ortak düşünce her ne kadar, en çok çile çekenin kadınlar olduğuna işaret etse de aslında durum böyle değil, çünkü her şey bizim parmağımızın ucunda, en azından öteki taraf garanti; bir çocuğun olursa cennet bile kadınların ayakları altında. Beyler kabul edin sizden daha akıllıyız. Siz kendinizi çapkın biliyorsunuz ya, asıl çapkın olan kadındır. Kadın isterse diye bir tabir var ya işte o, çünkü kadın isterse kendini tavlatır. Siz sadece 'tavladım' zannedersiniz. Ne yazık ki o küçük dünyanızda düz mantıktan başka yatan birşey yok. -Gördün mü ....'yı nasıl tavladım, kız bana aşık oldu b'olummmm..! kız ise -yaaa tam bir gerizekalı iki laf ettim diye ona aşık olduğumu sanıyor. Tabi erkekler işin bu kısmını hiç bir zaman bilmezler. Hele bunun gibi tipler iki kızı birden idare ediyorsa ya da etmeye çalışıyorsa, ondan kralı yoktur bu alemde. Havasından suyundan, afrasından tafrasından geçemezsin. 'Biri olmazsa nasıl olsa elde diğeri var salla gitsin amk' mantığı işe yarayacak zannedip elde var sıfır olduğunu görünce de götleri tutuşur. Kısacası zavallılardır, en zararsızlardır onlar, acıyın. Çünkü beceriksizdirler. Kendinden başka kimseyi kandırmaktan öteye geçememişlerdir. (ps: buradaki iç ses içinden geldiğince söv diyor)
   "Sen, çok akıllı, egosu tavanda, yüksek mertebe, gerizekalı insan, hoş insan demeye bin şahit ister; hayatta senden daha akıllıları var, bil diye söyledim yani!"
Hiç bir erkek hayatta en çok değer verdiği kişiyi unutamaz. Fakat kadın için durum böyle değildir. Kaybetmemek için elinden gelen herşeyi yapar belki gururunu bile ayakları altına alır, gitmesine izin vermez. Ama o şahıs bir kere gözünde biterse bir daha asla dönüp arkasına bakmaz. Bunu gören erkek ise olay mahaline mutlaka geri döner, kız onun suratına "siktir git!" dese bile gökten nur yağdı zannedip bir de utanmadan "yarabbi şükür!" der. İşte erkeklerin gurursuz hali de böyle rezil bir şey...
Kadın saftır ama aptal değildir. Kadın iyi niyetlidir, ama bir yere kadar. Kadın sevgi ister, erkek ise huzur istiyorum der. Aslında bilmez ki sevgi verdiğinde huzur bulacağını ama aptal işte akıl yok ki düşünsün. Sonra gel de sıkıyorsa "şanslı olsaydım erkek doğardım" de. Beni de bozdu ulan bu erkek doğası. Ben böyle değildim yemin ederim. İşim yok sanki bir de bu saatten sonra feminist düşüncelere boğuluyorum ya da işim yok diye fazla uğraşıyorum. Neyse sonuç olarak kafa rahat net !

Eylül 21, 2011

Göründügüm Kadar Masum Degilim

   Kendimi tuttum tuttum nereye kadar? Benim de zaaflarım var, ben de insanım. Derken beynimde bir ampul yandı. Fakat bu ampul herhangi bir siyasi partiden bağımsız, tamamen kendi sinir hücrelerimle alakalıdır. Tabiatımla ilişkili olarak, aklımda çakan bu tür sinyallerin sonu pek hayırlı olmamakla birlikte, çevremde de istenmeyen maddi olmasa da manevi olarak bir takım zararlara yol açmaktadır.
   Yine günlerden bir gün, yani en son gündüzdü ben öyle hatırlıyorum, sabah gözümü açmamla birlikte başlayan aksaklıklar o günün nasıl sonlanacağının bir takım sinyallerini veriyordu. Zaten uzun zamandır kaderimle barışık olmadığım bu olağan günlerde, yüreğim bir atraksiyonu daha kaldıramayacaktı. Bu yüzden kendi kendimle kalmaya karar verdim. Lakin öte yandan içimdeki pislik Fulya'yı da durduramıyordum. İşten yana zaten yüzümün gülmediği şu günlerde aşktan yana yediğim kazıklar, içinde bulunduğum psikolojinin adeta tuzu biberi olmuştu. "Kime elimi attıysam kurudu" tabiri vardır ya, işte lafın gediğine oturduğu tek şahıs benimdir. Cümleyi tersine çevirirsek de bana kim yan gözle baktıysa şansı açılmış, resmen o hatundan bu hatuna koşmuştur. İşte bu tür birikimlerle başladığım güne aynı kafa bozukluğuyla devam ettim. "Kişi kendi kendisinin psikoloğudur" lafını ilke edinen bünyem bu sorumluluğu daha fazla taşıyamayarak, midem karışıyor adeta kusacak gibi oluyordum. Neyse, sağ salim eve adımımı attım. Artık güvendeyim derken ablamın Amerika'ya gitmesinin yarattığı boşluktan mıdır nedir, suratıma bir tokat daha evde atılmıştı. Bu dakikadan sonra kimse beni tutamazdı. Yalnızlığımla beraber içimden çıkan çocuk adeta minik Osmancık(öylebirgeçerzamankideki) gibi hıçkıra hıçkıra "beni kimse sevmiyor" edasıyla salya sümük ağlıyordu. Bir süre bu halimi devam ettirdikten sonra bünyemi toparlayıp, fettan Caroline gibi kendimi alkole vermenin zamanı gelmişti. Televizyonun yanında yarattığım alkol mabedimin içinden beni en çok sarhoş edecek içkiyi seçtim. Sıfır model hiç açılmadık Bacardi şişesini zamanı gelince mojito yaparım diye almıştım. Fakat kendisi meğersem kötü günlerim içinmiş, bilemezdim... Limon konusundaki hassaslığım, onu baştacı etmem yine işe yaramış, elde bulunan tonikle beraber kendi intihar seremonimi hazırlamıştım. Fonda çalan MFÖ'den 'yalnızlık ömür boyu' şarkısıyla psikolojime ufaktan bir giriş yapıyordum. Tabi bu hafif tınılar zaman ilerledikçe sırasıyla Sezen Aksu, İbrahim Tatlıses derken en sonunda da altın vuruşumu yaparak Ağır Roman'dan en sevdiğim parçalarla noktalanacaktı. Aradan 1-1,5 saat geçmişti, "hala sarhoş değilim lan" diyerek hayıflanan bedenim ayağa kalkmamla birlikte bana ilk şakasını yapmıştı. Artık bırak ayakta durmayı, burnumun ucunu seçmekte dahi zorlanıyordum. Neyse "yerimde otursam daha iyi olacak" dedim ve ilk kurbanımı aradım. Genelde bu ilk kurbanlar benim en yakın kız arkadaşlarım olup, kendileri her türlü eziyetime katlanırlar. Tabi aklım hala biraz yerindeyse onları arayıp, yanlış herhangi bir başkasını aramama hususunda beni vazgeçirebilsinler diye yalvarırım. Yine aynı şekilde teker teker hepsini aradıktan sonra kendi iç sesimle baş başa kalmıştım. Fakat şanslıydım, "alkol bütün kötülüklerin anasıdır" lafını bu sefer kendisine ben yedirerek, ona sağ gösterip sol vurdum. O kadar çok içmiştim ki adeta alkol beni zararsız hale getirmiş, kuzular gibi uyumama sebep olmuştu. Sabah gözümü açtığımda ise acı gerçekle karşılaştım, Bacardi şişesi bir daha mojito olamayacak şekilde dibini görmüştü. Gecenin sonunda beni tek sevindiren noktaysa telefonumdaki son aranan bölümünde herhangi bir yanlış kişi, kurum ya da kuruluşun olmamasıydı. Dediğim gibi, fotoğrafıma aldanmayın sadece ben değil hiç bir dişi göründüğü kadar masum değildir...

Eylül 20, 2011

Mezun olduysam ne olmus ??


Beynimi bu ara "nasıl bir baltaya sap olurum?" sorusu fazlasıyla işgal ederken, ben ise koltuğumda kurulmuş yan gelip yatıyor adeta günümü gün ediyorum. Hatta koltuğa o kadar yerleşmişim ki, sünger popomun şeklini almış, arada bir ihtiyaçlarımı karşılamak için kendisinden ayrılsam bile eski haline dönmez oldu. Benim de maşallahım varmış yani... İlk, orta, lise derken üniversiteyi de bitirdim. Hala dün gibi aklımdadır hazırlık yıllarım. Gerçi yaşlandığını kabul etmek istemeyen ilkokul birinci sınıfı bile dün gibi hatırlar. Hoş ben daha akşam ne yedim onu bile hatırlamıyorken ilkokul yıllarım nereye... Mezuniyet telaşıydı, elbisesiydi, kepiydi, saçıydı, başıydı derken, 5 yılın sonunda "acilen tatile ihtiyacım var" diyerek iş bulmama konusunda bizimkileri bir süre idare ettim. Lakin daha fazla nasıl oyalayacağım onu ben de bilemiyorum. Yan gelip yatmak kadar güzel bir şey yokmuş, hele ekmek elden, içtiğin su da gölden olunca... Ailen ne kadar zengin olursa olsun ya da 5 kuruşu olmasın, 20 küsür yaşlarında mezun-işsiz bir birey aile içerisinde büyük stres ve sıkıntıya neden oluyor, kısacası kişi hor görülüyor. Babam her ne kadar sıkıştırmasa da ben onun inceden iğnelemelerini çok iyi anlayabiliyorum. Hatta biraz önce kendisinden ufak bir taş yedim bile; beni bilgisayar başında gören babam, "kızım ne yapıyorsun, internetten başvuru mu yapıyorsun?" diyerek, 2 saniye içerisinde bunalıma girmeme neden oldu. Bu aralar suratımdan eksik olmayan sivilcelerimin nereden geldiğini şimdi daha iyi anladım. Babam bir bilse burada dert yanıyorum, üstüne "beni millete mi şikayet ediyorsun" diye kendisinden ikinci fırçamı yerim.
Neredeyse 15 yıl süren eğitim-öğretim hayatımın ardından okulların açıldığı şu güzel, bol güneşli günlerde boş boş takılmak da ayrı bir heyecan. İçinde bulunduğum bu dönemin bana en büyük faydası ise her dizi hakkında bir bilgimin olması. O kadar çok vaktim var ki, tv kanallarının bu sezon yumurtladığı dizi furyasında akşam izleyemediklerimi illa ki gündüz izliyorum. En çok üzüldüğüm ise 7/24 yayınlanan Doktorlar dizisini takip etmemem oldu. Kim bilir izleseydim belki bu işsiz günlerimde bana bir faydası dokunur, ben de bir hemşire, hiç olmadı bir hasta bakıcı olurdum. Boşluktan abuk sabuk şeylere dertlenirken, bir yandan da aklıma lanet etmeyi de ihmal etmiyorum tabi.
"Babamın gözüne nasıl batmam?" diye ürettiğim yöntemleri biraz iş bulmak için düşünseydim şimdiye bir Angelina Jolie, hiç olmadı dublörü olurdum. Bu düşünceler arasında kaybolurken, üniversitede neden işime yarar spesifik şeyler okumadığım için de halime küfretmiyor değilim. Öyle bir bölümden mezunum ki ne işletmeciyim, ne de ekonomistim, kısacası bölümce sıfatsızın tekiyiz! Oysa bir mimarlık, hukuk ya da tıp okusaydık, "şimdi sen ne oldun?" diye soranlara yapıştıracak net bir cevabım olurdu. Ama ne yazık ki bu soru her yöneltiğinde, beni strese sokuyor karşımdakinin anlamayacağını bile bile bölümümün adını söylüyorum.
-kızım sen ne okudun? 
-uluslararası tic..... 
-ooo uluslararası, çok iyi çok iyi uluslararasından mezun olmuşssun sen. Devamını duydumu acaba amcam.
İçinde bulunduğum durum bana her ne kadar psikolojik baskı uygulayıp, beni ezip geçse de bünyem yan gelip yatmam konusunda ısrarını sürdürüyor. Ben de sol omzumdaki şeytana uyup üzerinde oturduğum koltuğun süngerini bu arada biraz daha şekillendirmeye devam ediyorum.

Eylül 19, 2011

Türk Kahvesi adama neler yaptırır...

Ortam hazırlanmıştır... Tabi bu ortam için sadece içilmiş ve özene bezene kapatılmış türk kahvesi yeterlidir. Özene bezene diyorum çünkü bu masum gibi görünen küçük fincanlardan aşırı bir şekilde medet umulmaktadır. Kısaca kendisi 7'den 70'e her gruptan insanın umut taciridir, kadın-erkek, yaşlı-genç onun için farketmez...
Her kız grubunda olduğu gibi burada da konuşulan ilk konu "nasıl daha zayıf olabilirim"dir. Karşıdan bakıldığında "üflesem uçacak lan bu!" dediklerin hala zayıflamanın yollarını tırım tırım aramaktadır. Aslında bilmezler ki erkekler ele avuca gelen, hafif dolgun hatunlardan hoşlanırlar. Sırf bu diyet uğruna türk kahveleri en az şekerle yapılır, fakat servisinde mutlaka çikolata ve lokum bulunur. Ben böyle işin..! Diyetle ilgili birkaç taktik verildikten sonra artık aralarından birinin ortamın aurasını bozup kendi ex-aşkına ya da genel olarak erkek tabiatına isyan etmesi gerekir. Birkaç saniyelik sessizlikten sonra içlerinden biri dayanamayıp "bu erkeklerin var yaa, topunun allah belasını versin!" der ve herkes bu saatten sonra dökülür... Dışardan görsen çok hanım hanımcık, kibar görünen tipler artık ağıza alınmayacak küfürlerle bezenmiş bir dille karşı cinse sövmeye başlar. Bu tip buluşmalar, kızlar arasında bir nevi terapi niteliği taşır ve buluşmanın sonunda içindekileri kusan bayanlar teker teker bir melek olmuştur. Melek dediğimiz de öyle bildiğimiz beyaz kanatlılardan değil. Çünkü hepsi aldıkları bu gazla karşı cinsin kökünü kurutmaya yemin etmiştir. Tabi asıl korkulması gereken, bu grup düzenledikleri seans sonrası ya karşı cinsle buluşursa? İşte problem bundan sonra başlar. Birbirlerinden akıl alan, birbirleriyle deneyimlerini paylaşıp ders çıkaran bu kızlar artık erkek arkadaşlarıyla buluşup onları kendilerine köle etmek için her türlü pisliği, kandırmacayı yapacaktır. Bu yolda herşey mübahtır diyerek emellerine ulaşana kadar çalışmaya devam ederler. Öte yandan bu kızların tam tersi bir grup vardır ki, onlar sonsuza dek yalnız kalmaya mahkumdur. Bu tipler toplandıklarında aynı şekilde erkeklere sayıp söverler ama terapi sonrası aptal hallerini sürdürüp yalnız kalmaya devam ederler. Bu kısım erkekleri hiç yormaz, başlarının etini yemez, dırdır etmezler çünkü yapılanlara "susmak en büyük erdemdir" diyerek tepki vermezler. İşte bu yüzden buluşmadan hep elleri boş dönerler. "Huzur istiyorum" diyen erkek ise bu tiplerin değerini bilmeyip onlara acı çektiren fettanların peşinden huzur aramaya giderler. Bu nedenle yapılan türk kahvesi temalı seansların dünya üzerinde kimseye faydası olduğu görülmemiştir. Kendisi sadece "40 yıl hatırı var" diyerek kahveyi yapan kişi üstünde bir daha görüşmek üzere baskı kurmaktan öteye geçememiştir.

Eylül 17, 2011

Az Buçuktan Kendim

Burası benim ikamet alanım olduğuna göre kendimden bir kaç parça bir şeyler yazmak boynumun borcu gibi geliyor. Halbuki kimsenin beni sallamadığı bu ortamda kendimi anlatacağım diye niye bu kadar yırtınıyorum anlayabilmiş değilim... Neyse tamam sustum. Efendim kendimden bahsedeyim, çok basit biriyim, herkes gibi, ama anlayabilene! Limon çok severim mesela, o kadar çok yerim ki sayesinde normal tansiyonum 9'a 5'ten şaşmaz. Her insan gibi 11-6 formatına geldiğinde kalbim pıt pıt atar, 12-8 olduğunda hele ölecek gibi olurum. Neyse s*ktir et çok önemli sanki... Eee, ne diyordum; orta boylarda esmer bir kızım, en azından topuklu giydiğimde kendimi biraz boylu diye yutturabilecek seviyedeyim. Her insan evladı gibi güzelim diye bir iddiam yok ama fena da sayılmam hani. Gerçi 3 senedir suratıma kimse bakmıyor ama o benim 'meymenetsiz'liğimden muhtemelen (not: kimi kelimeler vardır ya söylersin ama hiç yazmamışsındır nasıl yazacağını bilemezsin işte bu da onlardan, ben kendisini memeletsiz diye bilirdim, meğer meymenetsiz'miş, ben demedim valla google söyledi).
Fal baktırmayı çok severim ama genelde de söylenenleri sallamam, ancak karşımdaki bana duymak istediklerimi söylerse işte o şahıs benim can ciğer kuzu sarması en iyi dostumdur. Bugüne kadar falcıya 5 kuruş vermemişimdir. Eş, dost, arkadaşla bakışırız falı, yani karşılıklı. Akrabaya hayatta baktırmam, elbet bir mal davası vardır ve %90 ağır sallar. Çoğunlukla kahveyi ben yaparım başkalarının yaptığını pek beğenmem ayıptır söylemesi. Kahve için ayırdığım vakit çok önemlidir, bir de onun altı vardır ki biz ona kahvealtı yani "kahvaltı" deriz, o olmazsa olmazım. Tek başıma olsam bile üşenmeden gazetemi alır, yumurtamı kırarım.
Sağlıklı yaşamı hayatımın en ön safhalarına yerleştirme kararını uzun süre önce aldım, fakat bu gayem hafta sonunun gelmesiyle her cuma bozulur ve pazartesi tekrar devam eder, yani kendimden 2 adım öteye geçmişliğim yoktur. Kararsız yapıma lanet ederken kendimi her zaman "sen terazi burcusun olur öyle şeyler yavrum" diyerek telkin etmeye çalışır, kısacası dengesizliğime dengesizlik katarım. Aslında bu kadar çok şey zırvaladıktan sonra anlatmak istediğim tek şey "bana yaklaşmayın yakarım".