Kasım 25, 2011

Yalnızlık Ömür Boyu



   MFÖ'nün şarkıları şüphesiz ki her kesimden duyguların tercümanı olurken, 'Yalnızlık Ömür Boyu' parçası, benim hislerimin değil adeta tüm benliğimin tercümanı. Yalnızlığın feleğinden geçen hayatım tüm gayretiyle kaderin küçük oyunlarına kafa tutarken, gerçek yaşamda olan durumlardan ne yazık ki kaçamıyor...

   Senaryo 1-
   Herhangi bir ortamda alışverişe çıkmışım. Teker teker mağazalara adım atıp, tüm reyonları talan ederken kendimden geçiyor, sanki 3 boynuzlu şeytana dönüşüyorum. (Şeytanın 3 boynuzlu olması da kendi hayal gücümün şaşkınlığından olsa gerek...) İşte bu nedenle, içimde biraz acıma duygusu olduğundan dolayı bir başkasına eziyet etmemek için alışverişlere genelde tek başıma çıkarım. X mağazasında kendime uygun parçaları seçip kucakladıktan sonra kabine en fazla 5 parçayla gidilebildiğini hatırlayınca aldıklarımın en az 10'da 8'ini "böyle kural mı olur lan!" diyerek geri bırakıyorum. Bayanlara yönelik bir mağazada "Kabinde erkeğin ne işi var lan!" diyip köşede ezik bir biçimde bekleyen masum çocuğa içten içe küfrederek kabine giriyorum. Zaten hareket edemediğim 1 adımlık kabinde giyinmeye çalışırken sinir kat sayım git gide artıyor, köşede bekleyen zavallı yüzünden don sütyen kabinden rahatlıkla çıkıp aynaya bakamadığım içim masum çocuğa bir kez daha yükleniyorum. Bu tür duygular içerisinde kendimle cebelleşirken duyduğum diyalog sinirden küplere binmem için ayrı bir neden oluşturuyor. "Aşkıııımmmm! Nasıl? Yakışmış mı? Yoksa turuncusu daha mı güzel?" Ulan meğersem sevgilisi varmış kabinde, meğer orada bulunması kendi suçu değilmiş. "Banane lan!" diyerek içimdeki öfkemi teker teker kusmaya devam ediyorum. "Ulan millet sevgili bulup, üzerine alışverişe çıkıyor. Üstelik bulduğu sevgili ona alışveriş yaparken yardımcı oluyor. Hay amk! Bende şans olsa zaten..! Hadi alışverişi bıraktım, bir sevgilim bile yok! Beceriksizliğime sıçayım!" diyip tüm moral bozukluğumla mağazayı bir daha dönmemek üzere terk ediyorum...

   Senaryo 2-
   Sağlıklı yaşamı ilke edinen bünyem son zamanlarda TV'de gördüğü her şeyi uyguladığı için yürüyüş yapmayı kendi vücut literatürüne kontrolüm dışında ekledi. Günlerden her hangi bir gün... Spor ayakkabılarımı kaptığım gibi kendimi boğazın serin rüzgarında buldum. Dışarı adım atar atmaz havanın güneşli, fakat göt dondurucu derecede soğuk olduğunu hesaba katmadığımı farkettim. "Siktir et, yürüdükçe ısınırım" diye kendimi telkin ettikten sonra kulaklıklarımı takıp fonda tempolu bir müzikle at gibi koşarcasına yürümeye başladım. Müziğin ritmi değiştikçe adımlarım abuklaşıyor, "yürümeyi bile beceremedim lan!" diyerek kendime küfrediyorum. Yaklaşık yarım saatlik bir yürüyüşün ardından hala üşüdüğümü fark ederek, "hani ısınacaktım, yürüyorum ama bi bok olduğu yok!" diyerek metabolizmamın dengesizliğine sövüyorum. Yürüyüşün bana bir faydası dokunmadığına kanaat getirdikten sonra "ısınamıyorsam yürümenin ne anlamı var!" diyerek geri dönüş yapıyorum. Lakin adım attığım gibi bir de ne göreyim, bir adet kumru sandviç kıvamında çift utanmadan sarmaş dolaş birbirlerini ısıtıyor, hemde ben bu denli üşürken! Gördüklerim karşısında ufak çapta bir şaşkınlık yaşadıktan sonra aramızdaki tezatlığa dikkat çekiyorum ve "Aptal Fulya, millet sarılarak ısınırken sen anca kendini suratına çarpan rüzgarla avut!" diyorum ve yine ayrı bir hüsrana adımı altın harflerle yazdırıyorum.

   Senaryo 3-
   Yürüyüşümü yapmışım. Soğuk havada ısınmak üzere yorgunluğumu atıp, yağsız sütten hazırlanmış kahve içebileceğim bir yere giriyorum. Tabi o kadar yürüyüş yaptıktan sonra yağlı-şekerli bir şey içmek vücuduma yapabileceğim en pislik davranış olurdu. Non-fat, grande latte dedikten sonra, "Türkiye'de yaşıyoruz lan, bu artistliğin kime!" diyerek kendimle kavga ediyorum. Günün en kalabalık saatini seçmiş olduğumdan dolayı tek kişilik olmanın avantajından faydalanıp önüme gelen herhangi bir masaya salça oluyorum. Soğuktan üşümüş popomu uygun bir yere koyduktan sonra başımı yavaşça yukarı kaldırma gafletinde bulunuyorum. Başımı kaldırırken öyle duygular içerisindeydim ki beni yavaş çekime alsalar, suratımın aldığı ifadeyle en acıklı Türk filmini dahi cebimden çıkarırdım. Daha biraz önce yalnız olmanın avantaj olduğunu düşünen aklım, gördüğüm çift karşısında 180 derece açıyla dönüş yapıyor, "kem gözle baksan nazar değmeye kıyamazsın" diyerek içimdeki canavar yine kabuğuna çekiliyordu. Kahretsin yine ben kaybettim!

   Senaryo 4-
   İstanbul'un lanet trafiğinde ağır ağır ilerliyorum. Böyle durumlara istinaden hazırladığım bir kaç hareketli CD ile yolda kendi çapımda eğlenirken kendimi oyalamak adına direksiyon başında abuk sabuk dans ediyor, ona buna laf atıp milletle dalga geçiyorum. Tabi dalga geçerken öyle kelimeler kullanıyorum ki, biri ağzımı okusa ettiğim küfürlere dayanarak beni trafikte katlederler yemin ederim. "Kendine gel lan!" dedikten sonra zaten akmayan trafikte bir de kırmızı ışığa takılıyorum. Sıkıntıdan arabaları şöyle bir süzdükten sonra karşı şeritte bir de ne göreyim, arabanın içinde bir çift ufak cilveleşmelerle birlikte aşklarına aşk katıyor. Üstelik benim gibi oyalanmaları için müziğe ya da abuk hareketlere ihtiyaçları da yok! "Allah beni kahretmesin! Trafikte de buldum belamı!" dedikten sonra korna sesleriyle kabusumdan uyanıyorum. Yeşil ışık çoktan yanmış, farkında değilim...

   Senaryo 5-
   En jilet halimle hazırlanıp süslenmişim. Normal şartlar altında bir bara gidileceği zaman kızı evinden sevgilisi alırken, benim gibi bir sap için gidilecek mekana taksi eşliğinde varmak kaçınılmaz oluyor. Yaklaşık 10 erkek 3 kız oluşturduğumuz locamızda "Bu kadar kıza karşı bu sapları nasıl içeri aldılar?" diye düşünürken mekan işletmecisinin arkadaşımız olduğunu hatırladım. Benimle birlikte toplamda 3 kız olan topluluğumuzda, zaten 2 sinin gruptan erkek arkadaşları olduğunu var sayarsak diğer hepsi ilelebet kankalarımdı. Sap olmak bulaşıcıdır misali oluşturduğumuz koloniyle her mekana girer çıkar, gece sonunda da herkes yine aynı sap haliyle başladığı noktalara geri dönerdi. Yine böyle sıradan bir gecedeyiz. Saatler ilerliyor, alkolün etkisiyle çiftler git gide samimiyetin dozunu arttırıyordu. Biraz viski içip araya tekilaları sıkıştırdıktan sonra kafam neredeyse göt gibi olmuştu. Kızlar erkek arkadaşlarıyla sarmaş dolaşken, ben tek başıma anca arkadaşlarıma el kol hareketi yaparak, enseye şaplak eğlenmeye çalışıyordum. Saatlerin ilerlemesiyle birlikte ayaklarım yavaştan isyan bayraklarını çekmeye başlamıştı. Kafam zaten yeterince güzeldi. İnsan böyle durumlarda arkadaşlarından daha yakın, başını omuzuna koyabileceği, onu sahiplenen birilerini arar ya, işte bende bu duygular içerisindeyken karşımda koklaşıp el ele tutuşan çiftlere 'Küçük Emrah' misali acınılası bakışlarla iç geçiriyordum. Yine gerçek en acı haliyle suratıma tokat gibi vurmuştu. "Ulan millet alkolü almış, sevgililerinin omzunda sızıyor, ben anca kendi ellerimi birbirine kavuşturuyorum. Kaderime sıçayım!" Kendime yine bin bir adet müstehcen küfürleri ederek taksiye atlıyor ve ılık limanıma yine yalnız dönüyorum.

   "Elde var sıfır" diye düşünürken fonda çalan 'Yalnızlık Ömür Boyu' parçasıyla birlikte hayat arkadaşım olan yalnızlığımı karşıma alarak, bu sefer paraya kıyıp aldığım Bordeaux şarabım ve Van otlu peynirimle kaderime 'belki bir gün şeytanın bacağını kırarım umuduyla' kadeh kaldırıyorum.


   MFÖ'ye teşekkürler...!

Kasım 22, 2011

Felekten Bir Gün


Kalabalık ortamları her zaman çok sevmişimdir. Hatta kimi zaman bazı mekanlardan 'tenha' diyerek koşarcasına çıkmışımdır. Kalabalık ortamlar kimi insanı rahatsız ederken aksine beni daha çok dinamikleştirip üzerine de ehlileştirir. Çok bunaldığım zamanlar sakin olmak için bir başıma kalabalık yerlere gitmeyi tercih ederim. Kahvemi söyler, twitter haberlerini inceleyip ona buna salça olurum. Lakin bugün öyle bir yerdeydim ki ortamın aurası benim gibi insanı dahi bozup tek dişi kalmış canavara çevirdi.
Akşam her zamanki gibi ışığımı sabaha karşı söndürmüştüm. Aklımda ertesi güne programlanmış herhangi bir plan ya da çıkması muhtemel bir son dakika organizasyonu yoktu. Kısacası çok rahattım, yayıla yayıla akşama kadar uyuyabilirdim. Eski kapılar en yumuşak haliyle açılsa dahi öyle bir ses çıkarır ki, uykusu en derin adamı bile yerinden fırlatır. Aynen bu şekilde kapım açıldı ve ben "kim var orda!" diyerek yatağımdan fırladım. Aslında abartılacak fazla bir şey yoktu, gelen annemmiş. Lakin akşam uyumadan önce onun evde olduğu aklımdan uçup gitmiş. "İnsan annesini unutur mu hiç" gibi şeyler söyleyebilirsiniz, fakat aklı benim gibi beş karış havada olan bir insan için bu gayet normal bir şey olsa gerek. "Hadi Fulya, kalk kızım Kapalı Çarşıya gidicez"... Annem şaka yapıyor olmalıydı, ya da ben hala uyuyordum ve rüya görüyordum. "Anne sen misin?" sorum üzerine aldığım enteresan cevap rüyada olduğumu açıkça destekliyor gibiydi, "Noldu kızım tanıyamadın mı beni?". Evet kesinlikle rüya görüyordum hatta uykumun beşinci katmanındaydım. "Fulya saçmalama kızım kalk hadi geç kalıcaz", neye geç kalacağız, neden geç kalacağız? Hala rüyada olduğuma inanmak isterken, annemi tanıyamamış olmamın gözümde olmayan lenslerimden kaynaklandığını farkettim, lanet olsun! Ne yazık ki annem odamda ve uyanıp yataktan kalkmam için başımda bekliyordu. Beni kaldırmak adına atacağı ikinci adım, yorganı açıp sürüklemek olacaktı, bunu göze alamazdım... İçimden kendime söverek yatağımdan sessizce ayrıldım.
Havayı güzel görüp, bir kot bir kazak üzerime de kolları açıkta şişme bir mont geçirdim. Tabi çok yürüyeceğimizi göz önüne alarak spor ayakkabılarımı da giydim.Gardımı aldıktan sonra günlük maratonumuz başlamıştı... Eminönünün en kalabalık anında, Mısır Çarşısının göbeğine ayak bastık. "Anne hadi taksiye atlayıp, kapalı çarşıya gidelim". Bu teklifim annem tarafından kabul edilemez bir şeydi, hatta teklifini dahi yapmam büyük bir cesaretti. Kendisinin en büyük zevki Eminönü'nden başlayıp Kapalı Çarşı'ya kadar her dükkana göz ucuyla bakıp alacaklarına karar verdikten sonra, geri dönerken de gözüne kestirdiği en uygun malzemeleri sepetine koymaktır. Fakat böyle bir durumu benim ne çekecek halim, ne de buna dayanacak yeterli bir gücüm vardı. Ne yazık ki içinde bulunduğum durum annemin gram umrunda değildi. Yukarı doğru yürümeye başladık... Lakin ona buna çarpıp, kimine yere düşürür derecede omuz atarak katedilen yolda yapılan yürüyüşe ne derece yürüyüş denir gerçekten bilemiyorum. Bir şekilde Kapalı Çarşı'ya ulaşmıştık. Bir şekilde diyorum çünkü, gidene kadar aldığım darbeler, yediğim yumruklar ve ayağımın maruz kaldığı ezilmelerle birlikte 'bir şekilde' varabilmiştik. Lakin unuttuğum bir şey daha vardı, o da bu yolun dönüşü...  Acaba bir şey oldu mu eksik bir şey var mı diye kendimi şöyle bir yoklarken omuzlarımın ufak çapta acıdığını farkettim, ayaklarımı hissedemememden bahsetmeyeceğim bile. Annem beni teker teker alakamız olmayan abuk sabuk dükkanlara sokup pazarlık yapıyor, üzerine hiçbir şey satın almadan dükkanlardan aynen geri çıkıyordu. Pazarlık yapmak annemin en büyük zevkiydi, lakin o kadar pazarlık yapıp hiç bir şey almayınca da satıcıların verdiği surat ifadelerini izlemek de benim... Annem hesaplı kadındır. Neyi nereden alacağını iyi bilir, en kaliteli malzemeyi en ucuza getirirdi. Bu konuda her zaman babamın çok şanslı olduğunu düşünmüşümdür. Annem alacağını almış ve Kapalı Çarşı turumuz sona ermişti. Dışarı adım attığımızda da havanın ufaktan soğuduğunu hissettim. Zaman geçmiş, karnım acıkmış, hava soğumuş üstüne çişim gelmişti. Bundan daha leş bir durum olamazdı. Çünkü bulunduğumuz noktada değil bir cafe bulmak adam akıllı bir WC dahi bulamazdık. "Dayan Fulya, sık dişini kızım!" dedikten sonra annemin peşinden yürümeye, pardon sürünmeye başladım. Ne alacağını yukarı çıkarken tasarlayan annem, geri dönerken teker teker dükkanlara girip alacaklarını tamamlıyordu. Hemen hemen hepsinde 15-20 dakika geçireceğimizi hesaplarsak eve geri dönüşümüz toplamda 2 saate tekabül edecekti. Bu duruma ne bünyem, ne de psikolojim dayanabilirdi. Anneme karnımın acıktığını, üzerine de çok sıkıştığımı belirttikten sonra uygun bir yere girip karnımızı doyurmamızı teklif ettim. Bu teklifimi kibarca kabul eden annem sanki ben hiç onu uyarmamışım gibi dükkanlara girip çıkmaya devam ediyordu. Yaklaşık yarım saat dayandıktan sonra psikolojim daha fazla bu duruma müsaade etmeyerek istem dışı isyan etti ve sonuç, "anne yeteeeeeeeeer!!! karnım acıktı, çişim var anlamıyomusun! kime diyorum 2 saattir dayanamıyorum altıma yapıcam artık!!" söylediklerime çevremdekilerle birlikte kendim de şok olduktan sonra alışveriş yapmaktan gözü dönmüş annemi sonunda kendine getirebilmiştim. Evet, isyanım işe yaramıştı. Annem "Tamam kızım sakin ol haklısın bir cafeye girelim hemen" diyerek beni sakinleştirmeye çalışıyordu. Biraz daha yürüdükten sonra bilindik bir börekçiyi görünce çölde vaha bulmuş kadar sevindim. Bilindik bir yer, bilindik kalite ve bilindik bir tuvalet demekti... Tuvalet ihtiyacımızı giderip karnımızı doyurduktan sonra alışverişe kaldığımız yerden devam edebilirdik. Bu saatten sonra hiçbir şey umrumda olmazdı. Hava kararmış ve annemin bir adım daha atmaya takaati kalmamıştı. İşte bu saatten sonra bana yapılan eziyetlerin aynısını ben de ona yapabilirdim. Lakin bu işkenceci şahsın beni doğuran kişi olduğunu göz önünde bulunduracak olursak, emdiğim süte ihanet etmem söz konusu olamazdı, her ne kadar kendisinden emmiş olduğum sütü burnumdan getirmiş olsa bile... Taksiye atladık ve kendi çöplüğümüze doğru yol aldık. Eve adım attığımızda elimizdeki poşetleri açıp, cebimizdekilere göz gezdirdikten sonra aldıklarımızla verdiklerimizin birbirini tutmadığını farkettik. Kısacası hesaplı ve kaliteli olsun diye gittiğimiz Eminönü-Kapalı Çarşı turu hesaplı olmaktan ziyade almayacağın şeyleri dahi görüp saldırınca, ufak çapta soyulmamıza neden olmuştu.

Kasım 21, 2011

Evlenmek Yok, Eglenmek de..


Bana kaderimiiiiinn bir oyunu mu buu.... gibi saçma bir giriş yaparak sözlerime başlamak istiyorum. Neden diye soracak olursanız, evlilik üzerine bu denli atıp tutarken, haftasonu üst üste iki tane düğüne gitmem kaderimin bana kurmak istediği bir tuzak gibi geliyor. Yukarıdakinden gelen sinyallerden midir bilemem ama bir şeyi 40 kez söylersen olurmuş diye bir laf vardır, söyleye söyleye olacak ondan korkuyorum. Bir daha söz konuşmayacağım...
Evlilik kurumunun kutsal olduğu toplumda yaşayan biri olarak, bu müesseseden bu kadar korkuyor olmam da benim tabiatımla ilgili bir durum olsa gerek. "Ben evlenemem tarzım değil" diye oraya buraya söylenirken, "Çok büyük konuşuyosun kızım hepimizden önce sen gidersen çok gülerim lan" diye etrafımdan baya laf işitmiyor değilim. Lakin "Hay dilimi eşek arısı soksaydı da böyle büyük konuşmasaydım" diyerek yiğitliğe bok sürdürmek olursa da, ardından aşırı azap çekerim ne yalan söyleyeyim. İşin komiği bu düşünceler arasında tur atarken bir de ne göreyim, "evlenmez, marjinal lan bu" diye arkasından konuştuğum kız bile bu haftasonu evlenmiş, Allah beni kahretmesin! Gün mü değişti, devran mı döndü de benim haberim yok acaba? Biri zamanla mı oynadı, geriye mi gittik de herkes teker teker evlenmeye başladı, yoksa benim yaşım mı gelmiş? Son ihtimali düşünmemek adına daha bir çok neden bulabilirim yemin ederim. Zira 22 yaşımı 2 sene boyunca yaşamış biri olarak, büyüdüğümü kabullenememem ayrı bir dava olsa gerek. Bunun nedeni 22'ye kadar hep girdiğim yaşı, sonrasında da hep doldurduğum yaşı söylememdir. Böyle saçma sapan şeylere kafayı yorarken etrafımın bu denli ilerlediğini farkedememem tabi çok normal bir şey olsa gerek. Fakat gerçekleri konuşmak gerekirse bu haftasonundan sonra anladım ki, aile baskı yapmasa bile arkadaş baskısı, üzerinde yıllarca konuştuğumuz 'mahalle baskısı'ndan daha beter bir şeymiş arkadaş! Şimdi hangi arkadaşımın düğününe gitsem, onlar nikah masasındayken kendilerine 'yapma etme, bak pişman olacaksın' dercesine bakışlar fırlatarak, ardından yaptığım abuklukların fayda etmediğini görünce de 'at artık imzanı, git bir an önce!' misali hareketlerle kendi çapımda eğleniyorum. Tabi ardından kurtlarımı teker teker dökmek de cabası... Şimdi bir kez daha söylüyorum eğer evlilik hakkında bir daha ileri geri konuşursam en kısa zamanda evleneyim! Sanırım kendim için bundan daha büyük beddua edemem.


Ps: Tabi bu sözü tek ayağım havada vermiş olabilirim... :)

Kasım 19, 2011

Yedigin içtigin senin olsun, bana gördüklerini anlat...


Yemek ve içmek eylemleri hayatımın büyük bir yerini kaplarken, onlara verdiğim değer ve önemi bir sevgiliye verseydim şimdiye mutlu, mesut hatta evli bile olurdum. Evli dedikten sonra en çok beklenen kelime olarak 'çocuklu'yla devam etmem gerekirken o sözcüğü söylemeye dilim varmıyor elimde değil. Biyolojik olarak hazırmış gibi görünsem de ruhum çocuk benim, nasıl çocuk doğurayım. Kendime hayret ederken yaşıtlarımın neredeyse ikinci çocuklarını doğuracağı gerçeğiyse beni benden alıyor, adeta tansiyonumu fırlatıyor. Doğru olan ben miyim yoksa onlar mı diye düşünürken ikimizin de çok uç noktalarda olduğunu farkettim. Annemin "okulun da bitti, mürüvvetini görsek fena olmaz" iğnelemeleri üzerine gösterdiğim gayret beni yemeye, içmeye üstüne gezmeye zorluyor. Aslında baskı yapmasalar belki çoktan birini bulmuş, belki de evlenmiş olurdum. Bu düşünceler içerisindeyken benden 5 yaş büyük bekar bir ablam olduğunu hatırlayınca "bana noluyo lan, önce ablam!" diyerek kendimden büyük bir fedakarlık yapıyorum. Zira ondan önce evlenmem aile içinde olmasa da akrabalar arasında büyük bir sansasyon yaratıp, üzerine de 3.dünya savaşı çıkarır. "Çok düşünceli kardeşim lan kahretsin!" diye kendimi telkin ettikten sonra, yediğim içtiğim ve gördüğüm yerleri anlatmak istiyorum.
Belli bir yaşını aşmış, mezun, bekar bir evladın ailede yarattığı gerginlik, ülkenin en güçlü elektrik trafolarındaki yüksek gerilimle eş değerdir. İşte böyle haller içerisindeyken, "ben daha gencim anne!" diyerek sonlandırdığım konuşmaların bana verdiği endişeyle, özgür yaşamım kısa sürede sonlanacakmış gibi düşünerek her anımı dolu dolu yaşamaya çalışıyorum. Böyle durumlar beni genellikle arkadaş buluşmalarına iterken, bu ortamlardan alkolün eksik olmaması da ayrı bir şanssızlığım olsa gerek. Ne güzel söylemişler, yediğin içtiğin senin olsun bana gördüklerini anlat... İyi güzel de, yiyip içtikten sonra alkolün verdiği sarhoşlukla gözlerinin önünde dönen dünya sana ne kadar etrafını gösterebilir ki? Sırf bu yüzden "bir daha içmiycem lan, bi bok anlamıyorum!" dediğim çok olmuş, ne yazık ki bir sonraki buluşmada  bu düşüncemi yine uygulamaya geçirememişimdir. Özel buluşmalar nedeniyle gidilen yerlerin sonunu genelde sızarak getirdiğim için "zararsız sarhoş" lakabım da arkadaşlarım tarafından yakıştırılan ayrı bir isim. Bu yüzden gezdiğim yerler çok olmasına rağmen, içmenin verdiği ayyaşlıkla gördüklerim kendi şehrimin sınırlarından pek öteye geçememiştir.

Kasım 14, 2011

Polyannacılık

Aynı hataları tekrarlamak, wma'nın repeat tuşuna basmaktan daha kolay birşey benim için. Aynı insanı defalarca affedebiliyorum, yapılan yanlışları göz ardı edebiliyorum. Belki kinci bir insan olmamamdan kaynaklanıyor, belki de öyle olmadığım için aptalım. Çünkü arada yapılan yanlışları unutmamak gerekiyor. Ben ne yazık ki balık hafızalıyım. Özür dileyene, gönlümü alana hemen yelkenleri inidiriyorum. İyi mi yapıyorum, kötü mü yapıyorum gerçekten ben de bilemiyorum. Akıl danışayım diyorum, danışabileceğim aklı yerinde arkadaşım dahi yok. Sanki bana benzeyen hepsini cımbızla teker teker seçmiş gibiyim. Bir büyükle konuşayım diyorum, bizim jenerasyondan pek anlamıyorlar. Kendimi kimseye anlatmasam iyi olacak diyorum, bu sefer de kendime sıkıntı yapıyorum. Hatta öyle dertlendim ki, yeni ergen gibi yüzümden sivilce eksik olmuyor. Bütün sivilcelerimi kadrolu elemanım yaptım yemin ederim. Ergenliğimde bu kadar sivilceyi bir arada görmemiştim. "Her şey üst üste gelir" derlerdi de inanmazdım. Ben de kendimi burada teselli etmeye çalışıyorum işte. Bu günler de geçecek... Düzene girebilmek adına geliştirdiğim yöntemler arasından seçime ulaştığımda herşey daha iyi olacak, inanıyorum. En azından arada Polyanna olmak iyidir.

Kasım 07, 2011

Bir Bayram Gördüm Sanki

Yine karga bokunu yemeden gözlerimi tavana diktim... Okul vakti sürünerek yataktan anca kalkabilen bünyem, bayram sabahı sinsi yüzünü göstermiş, namaza giden babamı küfrederek uğurlamama neden olmuştu. Küfrediyorum dediğim tabi içimden, yoksa yemez yani. Banyoya gittim, soğuk suyu suratıma çarparken ayılmayı bekliyor, çarpan suyun yüzümde yarattığı kızarıklığa söverek dişlerimi fırçalamaya devam ediyordum. Henüz sabahın körü olduğu için ev ahalisinden kimse uyanmamıştı. Lanet okuyarak televizyonun karşısına geçtim. Kendime en uygun çizgi filmi aramak üzere kanalları zaplarken, birden şanslı günümde olduğumu farkettim. Çünkü bayram sabahları evdeki çocuklar ayak altında dolaşmasınlar diye kanallar en güzel çizgi filmleriyle ebeveynlere en büyük jestlerini yapıyorlardı. Aradan 1 saat geçti, lakin eve ne gelen vardı ne de evde uyanan kimse belirtisi. Babam dahi bayram namazından dönmemişti. Kendisi muhtemelen hocanın vaazlarını sonuna kadar dinleyip dalga geçiyordu. Babamın en büyük zevki özellikle bayramlarda hocanın söylemlerini dinleyip eve gelince en usturuplu(!) diliyle bize anlatmaktır. Eve hala gelmediğine göre yine kendine malzeme çıkarmak üzere hocayı noktası virgülüne dinliyordu. Biraz daha beklemeye karar verdim, fakat midem ufaktan kazınmaya başlamıştı. Ne yapsam ne etsem de açlığımı dindirsem diye düşünürken birden annemin akşam yaptığı baklava, börek ve sarma üçlüsü gözlerimin önünde dönmeye başladı. Onlar döndükçe benim başım dönüyor, adeta gözlerim kamaşıyordu. Biraz daha beklemeye ne sabrım ne de takaatim kalmıştı. Mutfağın yolunu tuttum. Annemin özene bezene yapıp dizdiği börekleri teker teker mideme indiriyor, boşluk bulduğum yerleri de sarmalarla dolduruyordum. Kendime geldiğimde ise böreklerin neredeyse 3'te 2'sini, sarmalarında ancak küçük bir kısmını götürebilmiştim. "Anam ben ne yaptım" diyerek usulca mutfaktan ayrıldım. Sonuç olarak misafire koyulabilecek börekler yok denebilecek kadar az kalmıştı. Hiçbir şey olmamış gibi çizgi filmimi izlemeye devam ettim. Bir kaç dakika sonra içerden gelen tıkırtılarla annemin uyandığını işittim. Bu sırada kalp atışlarımda ani değişiklikler oluyor, heyecanımdan bir şey anlaşılmasın diye nefes dahi almamaya özen gösteriyordum. Annemin ikinci durağı mutfaktı, lakin bu sırada içeriden gelen acı bir çığlıkla irkildim. "Ayy! Böreklerime ne oldu, nereye gittiler!" diye mutfak duvarlarıyla tartışıyordu. Gözleri dönmüş bir şekilde salona gelen annemi, şaşırmış bir surat ifadesiyle karşıladım. "Böreklere ne oldu?" diye soru yönelten anneme önceden hazırladığım cevabımı tereddütsüz yapıştırınca, azarlamasından en azından şimdilik kurtulmuştum. "Ben bir şey yapmadım valla, hepsini babam yemiş" diyince söyleyeceklerini babama saklamaya karar verdi. Bu sırada kahvaltıya kadar oyalanabilmek için bayramlıklarımın yerinde olup olmadığını kontrol etmek üzere odama gittim. Günler öncesinden, çorabından donuna kadar yeni aldığım bayramlıklarım, en jilet haliyle asılı duruyordu. Annem yine kusursuz bir biçimde ütülemişti. Derken bu sırada kapı çaldı. "Allahım ne olursun çocuklar şeker, çukulata istemeye gelmiş olsun" diye dua ederken babamın sesini duydum. "Hassiktir lan ne bok yiycem şimdi" diyerek ablamın yanına gitmeye karar verdim. Belki bir yolunu bulur da, börekleri birlikte yediğimizi söylemek üzere bir miktar rüşvetle onu suçuma ortak edebilirdim. Rüşvetten kastım tabikide bayram harçlığımın 3'te 2'siydi. Oran küçük gelebilir fakat küçüklere daha çok para verildiğini hesaba katarsak ablam için vereceğim rüşvet büyük bir miktardı. Fakat henüz uyanmayan ablamı uyandırmak hiç kolay olmayacaktı ve nitekim beklediğim bir tepkiyle karşılaştım, "Ulan gerizekalı, sabahın köründe ne istiyorsun söyle!". Yediğim haltı teker teker anlattıktan sonra hain teklifimi yaptım. Neyseki henüz uyku sersemi olan ablam cümlelerimin arasında geçen 'harçlık' sözcüğünü duyunca teklifimi hiç düşünmeden kabul etti. Kendisini yataktan kaldırdıktan sonra mutfağa gittik. Lakin ortada ters giden bir şeyler vardı. Annem bağırıp çağırmıyor, babam ise gazetesini almış sofrada oturuyordu. "Noluo lan?" dedikten sonra anneme, böreklere ne olduğunu sordum. Ne yazık ki babam bütün suçu üstlenmiş, böreği ve sarmayı kendisinin yediğini söylemişti. E durum böyle olunca da babam eve bir tepsi börek getirmek üzere konu kapanmıştı. Ablam suratıma pislik bir bakış fırlattıktan "söz verdin bir kere" dedi ve arkasını dönüp gitti. Ne yazık ki haklıydı. Söz vermiştim bir kere, yerine getirmeliydim. Kahvaltı edildi, el öpmeye gidildi, gelindi derken bayram sonunda hasılatımın büyük bir kısmını söz verdiğim üzere ablama verdim. Varımı yoğumu alırken zerre acıma duygusu yoktu suratında. "Pislik abla!" dedikten sonra, "Nerede o eski bayramlar..." diyerek yüzümdeki hüzünlü tebessüme bakmak üzere aynanın karşısına geçtim. Misafir gelecek diye düzgün bir şekilde giyinmiştim. Fakat üzerimdekiler bayram için özene bezene alınmış kıyafetler değildi. Nitekim cebim de eskisi kadar dolmamıştı. Büyüdüğümü bir kez daha kendime kanıtlamış olmanın verdiği gururla makyajımı tazeledim ve kahveleri yapmak üzere mutfağın yolunu tuttum...

Kasım 04, 2011

Kendi Evinin Diplomalı Kızı


Gittiğim her yere adapte olmakla ünlü olan şu naçizane bedenim herkes tarafından takdir toplarken durumdan mutsuz olan kişinin sadece 'ben' olması enteresan bir olay olmasa gerek... "İş güç hak getire" diye hayıflanırken her günümün birbirine benziyor olması da yüzümdeki sivilcelerin teker teker açmasına ayrı bir kaynak oluşturuyor. Kimi arkadaşım "tadını çıkar lan bugünlerinin, çok ararsın" diyor olması, hepsine teker teker içimden uygun parmaklarımla işaret göstermeme neden oluyor ne yazık ki. "İş, güç, okul yokken hayat ne zormuş arkadaş!" Söylemesi o kadar kolay ki, cümleyi yazarken parmaklarım hiç zorlanmıyor adeta kelimeler akıp gidiyor ellerimden. Çok değil bir kaç ay öncesine kadar bu cümleyi kuracağım aklımın ucundan dahi geçmezdi. Hayat işte... İçinde bulunduğum şu günlerimin bana getirisi de oluyor, benden götürdükleri de. Her zaman iddaa ettiğim gibi yalnız kalmanın bünyemde yarattığı aşırı piçlik yüklemesi beni masum yapmaktan ziyade tehlikeli yapıyor, işte o zaman kenimden gerçekten çok korkuyorum... Oysa şu olağan günlerimde kimseye zararımın dokunmaması gerektiğinin farkında olmam lazımken, bunu düşünüp uygulamaya henüz geçememiş olmam içinde bulunduğum psikolojiyi net açıklıyor olmalı... Yaramaz çocuk gibi oraya buraya saldırıyorum elde değil. Kendimce sakin olmak için geliştirdiğim taktiklerime de bir süre sonra adapte olmam, reel yaşamımın bana oynadığı ayrı bir oyun. İnsanoğlu işte, bende onlar gibi nankörüm ne yazık ki. "Canım bugün nasıl sıkılmaz" sorusuyla yarattığım hayatımın devamlılığı üzerine kurduğum taktik savaşlarıyla, en ala stateji oyunlarını bile cebimden çıkarırım yemin ederim. Acı olan şu ki keşfedilmeyi beklerken kimsenin umrunda olmamam ayrı bir yerden koyuyor bünyeme. Oysa bu kadar çok boşluk içerisinde yarattığım hayal dünyamla bir Bill Gates hiç olmadı enteresan bir Türk kaşif olabilirdim. Bu noktada ailedeki yönlendirmenin zararlarından bahsetmek istiyorum. Hani sen bir şey tercih edeceksindir de ailen seni "bundan adam olmaz laa" diye farklı bir yere yönlendirmiştir, belli bir yaşa gelip aklını başına alınca anca farkedersin zamanında yediğin boku, işte benimki de o hesap. Aslında ben bilim adamı olacak kızdım da, yanlışlıkla ticaret okudum. Peki şimdi ne oldu?? Al işte iş yok güç yok, derken ne yazık ki beynimde bir ampul yandı. Bütün yolları denemişken geriye kalan bir tek strateji vardı o da, evlilik. İşte bu noktada "Senin yaşında canı sıkılanı evlendirirler" lafını söyleyen bir teyzenin silüeti beynimde canlandı. "Eskiler doğru söylemiş" diye hak vereceğim fakat dilim varmıyor elde değil. Herşeyin ucundan kıyısından dönersin de, evlilikten dönemezsin. "Olmazsa boşanırım" dersin, o da zor. Avukatıydı, mahkemesiydi, anlaşmasıydı derken "amaaan canım sıkılır daha iyi" diyorum ve yan gelip yatmaya, günümü gün etmeye devam ediyorum. Bütün söylediklerimi boş verin, siz uykunuzun en güzel yerinde o sıcacık yatağınızdan ayrılırken benim kıçımda uçuşan pireler size günaydınlarımı iletip, işinize, gücünüze kiminizi de okuluna uğurluyor. Boş takılıp her gününe ayrı plan yapmak gibisi yok !!