MFÖ'nün şarkıları şüphesiz ki her kesimden duyguların tercümanı olurken, 'Yalnızlık Ömür Boyu' parçası, benim hislerimin değil adeta tüm benliğimin tercümanı. Yalnızlığın feleğinden geçen hayatım tüm gayretiyle kaderin küçük oyunlarına kafa tutarken, gerçek yaşamda olan durumlardan ne yazık ki kaçamıyor...
Senaryo 1-
Herhangi bir ortamda alışverişe çıkmışım. Teker teker mağazalara adım atıp, tüm reyonları talan ederken kendimden geçiyor, sanki 3 boynuzlu şeytana dönüşüyorum. (Şeytanın 3 boynuzlu olması da kendi hayal gücümün şaşkınlığından olsa gerek...) İşte bu nedenle, içimde biraz acıma duygusu olduğundan dolayı bir başkasına eziyet etmemek için alışverişlere genelde tek başıma çıkarım. X mağazasında kendime uygun parçaları seçip kucakladıktan sonra kabine en fazla 5 parçayla gidilebildiğini hatırlayınca aldıklarımın en az 10'da 8'ini "böyle kural mı olur lan!" diyerek geri bırakıyorum. Bayanlara yönelik bir mağazada "Kabinde erkeğin ne işi var lan!" diyip köşede ezik bir biçimde bekleyen masum çocuğa içten içe küfrederek kabine giriyorum. Zaten hareket edemediğim 1 adımlık kabinde giyinmeye çalışırken sinir kat sayım git gide artıyor, köşede bekleyen zavallı yüzünden don sütyen kabinden rahatlıkla çıkıp aynaya bakamadığım içim masum çocuğa bir kez daha yükleniyorum. Bu tür duygular içerisinde kendimle cebelleşirken duyduğum diyalog sinirden küplere binmem için ayrı bir neden oluşturuyor. "Aşkıııımmmm! Nasıl? Yakışmış mı? Yoksa turuncusu daha mı güzel?" Ulan meğersem sevgilisi varmış kabinde, meğer orada bulunması kendi suçu değilmiş. "Banane lan!" diyerek içimdeki öfkemi teker teker kusmaya devam ediyorum. "Ulan millet sevgili bulup, üzerine alışverişe çıkıyor. Üstelik bulduğu sevgili ona alışveriş yaparken yardımcı oluyor. Hay amk! Bende şans olsa zaten..! Hadi alışverişi bıraktım, bir sevgilim bile yok! Beceriksizliğime sıçayım!" diyip tüm moral bozukluğumla mağazayı bir daha dönmemek üzere terk ediyorum...
Senaryo 2-
Sağlıklı yaşamı ilke edinen bünyem son zamanlarda TV'de gördüğü her şeyi uyguladığı için yürüyüş yapmayı kendi vücut literatürüne kontrolüm dışında ekledi. Günlerden her hangi bir gün... Spor ayakkabılarımı kaptığım gibi kendimi boğazın serin rüzgarında buldum. Dışarı adım atar atmaz havanın güneşli, fakat göt dondurucu derecede soğuk olduğunu hesaba katmadığımı farkettim. "Siktir et, yürüdükçe ısınırım" diye kendimi telkin ettikten sonra kulaklıklarımı takıp fonda tempolu bir müzikle at gibi koşarcasına yürümeye başladım. Müziğin ritmi değiştikçe adımlarım abuklaşıyor, "yürümeyi bile beceremedim lan!" diyerek kendime küfrediyorum. Yaklaşık yarım saatlik bir yürüyüşün ardından hala üşüdüğümü fark ederek, "hani ısınacaktım, yürüyorum ama bi bok olduğu yok!" diyerek metabolizmamın dengesizliğine sövüyorum. Yürüyüşün bana bir faydası dokunmadığına kanaat getirdikten sonra "ısınamıyorsam yürümenin ne anlamı var!" diyerek geri dönüş yapıyorum. Lakin adım attığım gibi bir de ne göreyim, bir adet kumru sandviç kıvamında çift utanmadan sarmaş dolaş birbirlerini ısıtıyor, hemde ben bu denli üşürken! Gördüklerim karşısında ufak çapta bir şaşkınlık yaşadıktan sonra aramızdaki tezatlığa dikkat çekiyorum ve "Aptal Fulya, millet sarılarak ısınırken sen anca kendini suratına çarpan rüzgarla avut!" diyorum ve yine ayrı bir hüsrana adımı altın harflerle yazdırıyorum.
Senaryo 3-
Yürüyüşümü yapmışım. Soğuk havada ısınmak üzere yorgunluğumu atıp, yağsız sütten hazırlanmış kahve içebileceğim bir yere giriyorum. Tabi o kadar yürüyüş yaptıktan sonra yağlı-şekerli bir şey içmek vücuduma yapabileceğim en pislik davranış olurdu. Non-fat, grande latte dedikten sonra, "Türkiye'de yaşıyoruz lan, bu artistliğin kime!" diyerek kendimle kavga ediyorum. Günün en kalabalık saatini seçmiş olduğumdan dolayı tek kişilik olmanın avantajından faydalanıp önüme gelen herhangi bir masaya salça oluyorum. Soğuktan üşümüş popomu uygun bir yere koyduktan sonra başımı yavaşça yukarı kaldırma gafletinde bulunuyorum. Başımı kaldırırken öyle duygular içerisindeydim ki beni yavaş çekime alsalar, suratımın aldığı ifadeyle en acıklı Türk filmini dahi cebimden çıkarırdım. Daha biraz önce yalnız olmanın avantaj olduğunu düşünen aklım, gördüğüm çift karşısında 180 derece açıyla dönüş yapıyor, "kem gözle baksan nazar değmeye kıyamazsın" diyerek içimdeki canavar yine kabuğuna çekiliyordu. Kahretsin yine ben kaybettim!
Senaryo 4-
İstanbul'un lanet trafiğinde ağır ağır ilerliyorum. Böyle durumlara istinaden hazırladığım bir kaç hareketli CD ile yolda kendi çapımda eğlenirken kendimi oyalamak adına direksiyon başında abuk sabuk dans ediyor, ona buna laf atıp milletle dalga geçiyorum. Tabi dalga geçerken öyle kelimeler kullanıyorum ki, biri ağzımı okusa ettiğim küfürlere dayanarak beni trafikte katlederler yemin ederim. "Kendine gel lan!" dedikten sonra zaten akmayan trafikte bir de kırmızı ışığa takılıyorum. Sıkıntıdan arabaları şöyle bir süzdükten sonra karşı şeritte bir de ne göreyim, arabanın içinde bir çift ufak cilveleşmelerle birlikte aşklarına aşk katıyor. Üstelik benim gibi oyalanmaları için müziğe ya da abuk hareketlere ihtiyaçları da yok! "Allah beni kahretmesin! Trafikte de buldum belamı!" dedikten sonra korna sesleriyle kabusumdan uyanıyorum. Yeşil ışık çoktan yanmış, farkında değilim...
Senaryo 5-
En jilet halimle hazırlanıp süslenmişim. Normal şartlar altında bir bara gidileceği zaman kızı evinden sevgilisi alırken, benim gibi bir sap için gidilecek mekana taksi eşliğinde varmak kaçınılmaz oluyor. Yaklaşık 10 erkek 3 kız oluşturduğumuz locamızda "Bu kadar kıza karşı bu sapları nasıl içeri aldılar?" diye düşünürken mekan işletmecisinin arkadaşımız olduğunu hatırladım. Benimle birlikte toplamda 3 kız olan topluluğumuzda, zaten 2 sinin gruptan erkek arkadaşları olduğunu var sayarsak diğer hepsi ilelebet kankalarımdı. Sap olmak bulaşıcıdır misali oluşturduğumuz koloniyle her mekana girer çıkar, gece sonunda da herkes yine aynı sap haliyle başladığı noktalara geri dönerdi. Yine böyle sıradan bir gecedeyiz. Saatler ilerliyor, alkolün etkisiyle çiftler git gide samimiyetin dozunu arttırıyordu. Biraz viski içip araya tekilaları sıkıştırdıktan sonra kafam neredeyse göt gibi olmuştu. Kızlar erkek arkadaşlarıyla sarmaş dolaşken, ben tek başıma anca arkadaşlarıma el kol hareketi yaparak, enseye şaplak eğlenmeye çalışıyordum. Saatlerin ilerlemesiyle birlikte ayaklarım yavaştan isyan bayraklarını çekmeye başlamıştı. Kafam zaten yeterince güzeldi. İnsan böyle durumlarda arkadaşlarından daha yakın, başını omuzuna koyabileceği, onu sahiplenen birilerini arar ya, işte bende bu duygular içerisindeyken karşımda koklaşıp el ele tutuşan çiftlere 'Küçük Emrah' misali acınılası bakışlarla iç geçiriyordum. Yine gerçek en acı haliyle suratıma tokat gibi vurmuştu. "Ulan millet alkolü almış, sevgililerinin omzunda sızıyor, ben anca kendi ellerimi birbirine kavuşturuyorum. Kaderime sıçayım!" Kendime yine bin bir adet müstehcen küfürleri ederek taksiye atlıyor ve ılık limanıma yine yalnız dönüyorum.
"Elde var sıfır" diye düşünürken fonda çalan 'Yalnızlık Ömür Boyu' parçasıyla birlikte hayat arkadaşım olan yalnızlığımı karşıma alarak, bu sefer paraya kıyıp aldığım Bordeaux şarabım ve Van otlu peynirimle kaderime 'belki bir gün şeytanın bacağını kırarım umuduyla' kadeh kaldırıyorum.
MFÖ'ye teşekkürler...!