Ocak 16, 2012

To be continued...

   Tepe taklak olmuş yaşamım, darmadağın benliğim, allak bullak olmuş aklım ve düşünceli halimle buz tutmuş kaldırımda dikkatsizce yürüyordum. "İnsan hayatı kurduğu hayalleriyle birlikte yıkılıp gider mi?" diye kendime sorarken saatin kaç olduğunun farkına bile değildim. Kış vakti erken kararan havayla birlikte ruhum biraz daha melankolikleşiyor, havaya ve saate aldırmadan kaldırımda ilerlemeye devam ediyordum. Düşünceli halimle biraz daha yürüdüm, ta ki acı bir fren sesi işitene kadar...
   Saat 9:48, gözlerimi her şeyin iyi olacağını hissettiğim bir güne açmıştım. En azından öyle olacağına inandırmak istiyordum kendimi. Bir nevi kaçış ve kandırmacaydı belkide... Bu motivasyonla yatağımdan kalkıp mutfağa doğru ilerledim. Ayılmak için acı bir kahveye ihtiyaç duyuyordum, tıpkı Amerika'da olduğu gibi. Oradan kalma bir alışkanlıktı bu, güne kahve içmeden başlayamıyorum. "Bir de yanında bagel olsa" diye geçirdim içimden, fakat ne yazık ki mahallemin fırınlarında bulabilmek pek mümkün değildi. Küçük, yüksek tavanlı kelepir denebilecek kadar eski ama yaşanmışlıklarla dolu, boğaza en güzel yerinden hakim sıcacık evimde, simsiyah labrador cinsi köpeğimle alt üst olmuş yaşamıma devam ediyordum. Yeni yapılmış, residance diye tabir ettiğimiz, uzay üssünü andıran yapıları oldum olası soğuk bulmuşumdur. Evden ziyade daha çok bir otel odasını andırıyorlar bana. İşte bu yüzden Amerika'dan döndüğümde rahmetli anneannemden kalma, tarih kokan Üsküdar'daki evde yaşamayı tercih ettim. Suyu ısıttım, filtre kahvemi koydum ve salona doğru ilerledim. Krem tonlarının hakim olduğu, ahşap döşemeleriyle neo-klasik tarzda döşenmiş salonumdan camın önüne yerleştirdiğim dinlenme koltuğuma yaslandım, radyoda çalan hafif tınılarla birlikte boğazın serin sularına dalarak eski yaşantımı düşünmeye başladım...
   Hayatımda kötü giden bir değil pek çok şey vardı. Hani olur ya, bir şey kötü gider ve sanki evren sana bunu inadına yapıyormuş gibi ardı arakası kesilmez ve zincirleme gelir... Ne yaptım? Nerede yanlış yaptım? ya da ben baştan aşağı mı yanlışım? Yanlışlarımla birlikte büyüttüğüm hayallerim mi var yoksa? Frank Sinatra- New York, New York... Ne güzel söylüyordu sevgili Frank; hiç uyumayan bir şehre uyanmak, onun bir parçası olmak istiyorum... Çok fazla değil bir yıl öncesine kadar her şey ne kadar güzeldi oysaki. Şimdi kendimi İstanbul gibi koskoca şehirde, Sofi'ye rağmen yapa yalnız hissediyorum. Hayatımı ne için, kim için değiştirdim? Değiştirdim de ne oldu? Ve gözlerimi kapadım...
   Master eğitimimi gördüğüm NYU'da son günlerim. İki yıl ne kadar çabuk geçti diye düşünürken elinde Starbucks kahveleriyle birlikte İskender oturdu karşıma. Non-fat ve extra shot olarak getirdiği kahveleriyle ne kadar düşünceli arkadaş olduğunu bana bir kez daha kanıtlamıştı. Aslında ilk başta Alexander olarak tanıdım onu. Kısaca Alex diyorduk. Harika aksanlı ingilizcesi, kumral saçları ve buğday teniyle bir Türk olabileceği aklımın ucundan dahi geçmemişti. Gerçi tam olarak Türk sayılmazdı, annesi Yunandı. Zaten ismi de buradan geliyordu. Fakat o her zaman Yunanlılarla Türklerin kardeş olduğunu savunuyor, Türkiye'de doğup büyüdüğü için "Ben Türk'üm" diyordu. Bu yanına her zaman hayran kalmışımdır. Griye çalan sıcacık mavi gözleriyle karşımda oturmuş durgunluğuma ortak oluyordu.
   "Neyin var senin?" diyerek suskunluğumu bozdu.
   "Bitiyor..." dedim. Neyin bittiğini söylemesem de o çok iyi anlamıştı beni. Fakat şu an her şeyden farklı olarak o da susuyordu. Son günlerde davranışları çok değişmişti İskender'in. Bunun nedeni olarak kendi psikolojimin yansıması olarak düşünsem de asıl sebep çok farklı olmalıydı. Çünkü İskender her ne olursa olsun kendi morali en dipte olduğunda dahi beni güldürmeyi ilke edinmişti kendisine. Şu anki ruh haliyle uzaktan yakından alakası yoktu. O da suskun ve en az benim kadar durgundu. Birbirini çok iyi anlayan iki dost hatta ondan da öte kardeş olmuştuk gurbette. İki yılımızı dolu dolu yaşamıştık. Manhattan'da girilmedik delik, çıkılmadık gökdelen bırakmamıştık. Fakat eğlenmeyi her ne kadar çok sevsek de eve gidince huzurlu olmayı tercih ediyorduk. Bu yönümüzle birbirine çok benzeyen iki arkadaştık. İşte bu yüzden Manhattan'ın içinde oturmak yerine şehri karşıdan gören bir yerde, New Jersey'de yaşamayı tercih etmiştik. Washington Bridge'e yakın olan EdgeWater'da iki odalı şirin ve eğlenceli tek katlı bir evimiz vardı. Hiç Türk arkadaşımız yoktu. Hatta onun Türk olduğunu benden başka kimse bilmiyordu. "Arkadaşlarımız Türk olacaksa neden buraya geldik ki, Türkiye'de yaşardık." diye düşünüyorduk ikimizde. Bu yüzden iki yılımızı gerçek birer Amerikalı gibi geçirmiştik.
   "Her şey daha yeni başlıyor Belin." dedi sesi titreyerek.
   Söylemek istediği cümleyi anlamlandırmaya çalışırken, şaşkınlığımı fark etmiş olacak ki sözlerine devam etti.
   "Yani senin için her şey yeni başlıyor. Sonuç olarak önümüzdeki bir kaç sene daha burada olman garanti. İşe kabul edildin, daha ne istiyorsun. Bir de bana bak. Omzumda taşımam gereken pek çok insan yüzünden Türkiye'ye dönmek zorundayım."
   Türkiye ekonomisine ciddi katkıda bulunan bir şirketin, sorumluluk alması gereken aile mensubuydu. Bu nedenle okul biter bitmez Türkiye'ye döneceğini daha en başından biliyordum. Fakat kendimi bu denli kötü hissedeceğimi hiç düşünmemiştim. Durgunluğum ve suskunluğumun asıl nedeni sanırım onun gidecek olmasıydı. Dostum, kardeşim, canım ciğerim gidecek ve ben Manhattan'ın tozlu, yer yer sidik kokan sokaklarında yapayalnız yürüyecektim. Çok sevdiğimiz St. Marks'taki Yogurt Station'da tek başıma sırada bekleyip meyve ve kuru yemiş doldurduğum dondurmayı tat almadan bitirecektim.
East Village
   "Bitiyor işte İskender, sen gidiyorsun..." dudaklarımdan başka kelime çıkmıyormuş gibi aynı şeyleri tekrarlıyordum, az ve öz... Söylediklerim karşısında adeta şoka girmiş gözlerle baktı bana. Daha önce onun mavi gözlerini hiç bu halde görmemiştim. Ne olduğuna anlam vermeye çalışırken, İskender masadan ani bir hışımla kalktı ve gitti... Arkasından sadece baka kalmakla yetindim. Ne kalkıp koşabilecek, ne de "Dur" diyecek güç bulabildim kendimde. Kaslarım kasılmış, tepki vermeme izin vermiyordu. Hiç böyle davranmamıştı İskender, bırak çekip gitmeyi arkasını dahi dönmemişti bana bugüne kadar. Okulun bahçesinde biraz daha oturdum. Neden böyle davrandığına anlam vermeye çalışıyordum. Sonuç olarak kötü bir şey söylemedim. Sadece gidişinden dolayı üzgünlüğümü dile getirmiştim. Ne yani hata mı ettim...
St. Marks Place, East Village
 
   Okuldan çıkıp SOHO'ya doğru yürümeye başladım. Tarih bakımından çok fazla geçmişi olmayan bu şehrin İstanbul'a benzettiğim tek yeri SOHO'ydu. En azından Uptown'dan daha eskiydi. Kulaklıklarımı taktım, fonda çalan New York parçasıyla Frank Sinatra ciğerlerime dolarken kararan gökyüzüyle birlikte uyumayan şehrin bir parçası olmak üzere EastVillage'a gittim.

6 yorum:

  1. iyi bir yazar olacaksın ! Belki göreceksin wolfgang von Goethe gibi belkide senden sonra bilinecek degerin Franz Kafka gibi ben buna inanıyorum.hep birileri keşfetmemişmidir yazarları. Okuyup okutacam ben seni

    YanıtlaSil
  2. ikisi birbirine aşık olmasın ve klasik bi hikayeye dönüşmesin nolur. tebrikler.

    YanıtlaSil
  3. Aşk, entrika vs. olmasın sonunda, aynı güzelliği İstanbul'da yaşamak ve yaşatmak bu şehrin ruhunu hikayeye dahil etmek güzel olabilir. Tebrikleri anlatım oldukça sürükleyici.

    YanıtlaSil
  4. Aşk olmazsa nasıl devam edebilirim ki :( ama farklı bişey olması için elimden geleni yapıcamm

    YanıtlaSil
  5. Bu yorum yazar tarafından silindi.

    YanıtlaSil
  6. bende bunu düşünüp çoktan kaleme almıştım :)

    YanıtlaSil