öğrencilik hayatımın bana verilmiş tüm görevlerini tamamladığım şu günlerde, ben de ne yaptığımı gerçekten bilmiyorum... adı üstünde bu blog sadece "GÖSTERMELİK"
Ocak 20, 2012
To be continued... (Part-2)
Matem renginde boyanmış, 1960'lı yıllara ait bir vapurun üzerinde sanki gittiği yerden bir daha geri dönmeyecemiş gibi hislerle demir alma vaktini bekliyordum. Limanda onlarca kişi sıralanmış kimi el sallayıp kimi de öpücüklerle sevdiklerine veda ederken, benim ardımdan gidişimi seyredecek tek bir insan dahi yoktu. Her zamanki gibi yalnızların baş rolünü oynuyordum. Nihayet gitme vakti geldi ve vapur limandan demir alarak yavaşça ilerlemeye başladı. İnsanlar sevdiklerine seslerini duyurabilmek için çığlık çığlığa birbirleriyle yarışıyorken öyle kalabalık bir uğultu oldu ki vapurdakiler kendi seslerini dahi duyamıyordu. Derken kalabalığı tiz ve tok bir ses derinden yardı. Bu ses o kadar farklıydı ki, diğerlerinden ayırt edememek mümkün değildi. Kalabalık gayrı ihtiyari sustu...
"İskender..! Gitme!!"
İrkilerek gözlerimi açtım. "Siktir yaa, yine aynı rüyayı gördüm..." Neredeyse bir haftadır aynı rüyayı üst üste görüyordum. Bu durum beni ciddi bir şekilde korkutmaya başlamıştı. En son bu şekilde aynı rüyayı gördüğümde fizik hocamın ölüm haberini almıştım. Bir hafta boyunca uykularımdan çıkmamıştı adam. Yalnız bu sefer şanslıydım, tanıdık kimseyi görüyordum. Derin bir nefes aldım ve rahatladım... Ev sessizdi. İçeriden gereksiz gürültüler gelmediğine göre Belin okula gitmişti. Yalnız olduğuma sevinerek yataktan kalktım. Asık suratlı ve sevimsiz halimi görmesi hayatta isteyeceğim en son şeydi. Rüyamdan ayılabilmek için soğuk duşun altına attım kendimi. Öyle sıcak ve leş bir hava vardı ki, okula duşla gidebilmek isterdim. Yazın New York'un sıcak ve nemli kısacası iğrenç bir havası olur, kışı ise sert ve soğuk İstanbulla alakası yok! Üzerime bir kot bir de t-shirt geçirdikten sonra okula gitmek üzere boğucu havaya bıraktım kendimi. "Şapkamı unuttum lan! Ne salak adamım..." diye söylenirken cebimdeki güneş gözlüğünü fark ettim. "Nayss..!" diye kendi çapımda sevinip Amerikan görgüsüzlüğüyle aldığım kocaman Escalade marka jeepime atladım. Manhattan gibi bir yerde araba kullanmak "Ahmaklık!" olarak görülürken New Jersey'de oturmayı tercih ettiğimizden dolayı araba kullanmak kaçınılmaz bir sondu bizim için. Manhattan'daki garajlara her gün $30 bayılmaktan ben de bıkmıştım ki zaten bir hafta sonra istesem de bayılamayacaktım. Yolda ilerlemeye devam ettim. Köprüde trafiğin olmayışı şaşkınlığıma sebep olurken, "şansı çifledim" diyerek moralimi biraz daha yerine getirdim. Washington Bridge üzerinde ilerlerken şehrin puslu silüeti gözüme çarptı. "Nasıl bırakacaktım burayı?" Artmakta olan moralim yine aynı şekilde düşüşe geçmişti. Durgun ve suskun bir şekilde yolda ilerlemeye devam ettim. Washington Square'deki okuluma vardığımda midemde oluşan şiddetli guruldamayı farketmemem mümkün değildi. Manhattan öyle bir yerdi ki, evsizlerin bile aç kalması mümkün değil. Her cadde ve sokak kesişiminde tabiri caiz ise her köşe başı bir Starbucks, hiç olamadı bir sandviççi bulabilirsiniz. Hatta siz onu bulamazsanız, o sizi gelir bulur o derece! Bu yüzden ilk bulduğum Starbucks'ın kapısından süzüldüm. Vitrindeki en güzel sandviçi seçtikten sonra Belin'i de unutmayarak kahveleri sipariş ettim. "Canım benim her zaman formuna dikkat eder." Aslında hiç anlamam kadınlar gramlarına neden bu kadar önem verir. Oysa biz erkekler dolgun bir kalça ve iri göğüsten başka bir şey istemiyoruz. Ha bir de azıcık yüzüne bakılsın yeter. Yağsız sütten bol kafeinli Belin'in kahvesini söyledikten sonra, bol kremalı bir mocha söyleyerek kendime iltifat, Belin'e ise haksızlık ediyordum. Üzgünüm...
Okula adım attığımda gözüme kalabalık içerisinde ilk çarpan Belin oldu. Gerçi onu fark etmemek mümkün değildi. Koyu kestane saçları, bal rengi gözleriyle okulda Amerikan deyimiyle"Esmer Bomba" olarak nam salmıştı. Aslında ilk tanıştığımızda onu İspanyol zannetmiştim. Türk olabileceğine ihtimal dahi verilemeyecek derecede İspanyollara benziyordu. Yine şahane görünüyordu, "Keşke arkadaşım olmasaydı" diye her erkek gibi aklımdan geçirdikten sonra durgun oluşu gözüme takıldı. Bu hali kaçıncı sevgilisinden ayrıldığı konusunda kendimle iddaaya girmeme neden olmuştu. İki yıl içerisinde o kadar çok erkekle tanıştırmıştı ki beni, artık bırak isimlerini aklımda tutmayı sayısını bile kestiremiyordum. Her biten ilişkilerimizin sonunda "30'umuza geldiğimizde kimseyi bulamazsak birbirimizle evleniriz." diyerek moralimizi düzeltmeye çalışırdık. Aslında Belin'le evlensem hiç fena olmazdı. Aşk evliliği olmasa bile aşırı mantıklı bir evlilik gerçekleştirmiş olurduk. En azından çocuklarımız güzel olurdu. Gururla gülümsedikten sonra kurduğum hayalden gerçeğe bir U dönüşü yaptım. Kahveleri Belin'in önüne koydum. Hayret suratıma bakmıyordu. 'Yok başka bir şey var bi acayip bu kız, hayırdır...' diye aklımdan türlü senaryolar kurdum. Sonunda sormaya cesaret ederek, "Neyin var senin?" dedim.
Yavaşça suratını bana doğrultarak, "Bitiyor..." dedi. Zaten bozuk olan moralimi gizlemek için türlü surat ifadelerine giriyordum. Fakat cevabı karşısında kendi ruh halimi gizleye bilmem mümkün değildi. Onun biraz moralini getirebilme düşüncesiyle,
"Herşey yeni başlıyor Belin." diye cevap verdim. Fakat sesimdeki titremeyi ne yazık ki engelleyememiştim. Suratında anlamlandıramadığım bir ifade oluştu Belin2in. Acaba çok enteresan bir şey mi söylemiştim? Söylediğim cümleyi açıklama ihtiyacı duyarak devam ettim...
"Yani senin için her şey yeni başlıyor. Sonuç olarak önümüzdeki bir kaç sene daha burada olman garanti. İşe kabul edildin, daha ne istiyorsun. Bir de bana bak. Omzumda taşımam gereken pek çok insan yüzünden Türkiye'ye dönmek zorundayım."
Kahretsin, yine gerçekle yüzleştim... Türkiye'ye dönüp yaz kış demeden beyaz yaka gömlek ve kravatla her günümü aşırı rahatsız bir biçimde şirket koridorlarında çürütecektim. Oysa Amerika'da böyle mi, istersen sokakta boxerla dolaş kimsenin umrunda değil.
Belin'in aşırı üzgün hali dikkatimden kaçamayacak derecede fazlaydı. Daha önce hiç böyle görmemiştim onu. Bir erkekten ayrılır, üzüntüsü en fazla 2 gün sürer böyle susmaz ve ağlardı. Fakat bu seferki söylediği gibi bir erkekten dolayı değil, cidden benim gidiyor olmamdı.
"Bitiyor işte İskender, sen gidiyorsun..."
O an başımdan aşağı kaynar sular döküldü sanki. Söyledikleri, aynı bir film sahnesindeki gibi kulaklarımda çınlıyordu. Hayır, aklıma gelen kesinlikle bu olamazdı, olmamalıydı. Başka bir şeydi, düşündüğüm gibi değildi. Kitlenmiş, inme inmiş gibi Belin'in suratına baka kaldım. Ne tepki vereceğimi bilemeyerek, gayrı ihtiyari masadan kalktım ve Belin'in yanından uzaklaştım. Hiç yapmayacağım bir şeyi yaparak iki yıldan sonra ilk defa sırtımı dönmüştüm ona...
Arabama doğru hızla ilerlerken böyle davranmış olmamın sebebi içimi kemiriyordu. Evet, bir haftadır rüyalarımdan çıkmayan, kalabalığı yarıp "İskender..!" diyen o tiz ve tok ses Belin'e aitti. Gidecek olan vapura son anda yetişmiş gibi bir telaşla "Gitme!!" diyordu. Kim olduğunu göremeden biten rüyayı, Belin'in söylediği cümle gerçeği göstererek sonlandırmıştı. Ne demek oluyordu bütün bunlar..?
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Bu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSil