Manhattan’ın o ıssız ve bir o
kadar da boğucu havasını daha fazla üzerimde hissetmemek için adımlarımı
hızlandırdım... Evet, “a city that never sleeps” olayından hep farklıdır şehrin
‘Uptown’ yani üst kısmı dediğimiz tarafları... daha sessiz, daha sakin,
tabirince daha huzurlu diyebileceğimiz bölümüdür. Ama ben, ne bileyim,
sevmiyorum işte! Bir türlü ısınamadım gitti! Tuğçe burada oturmasa hayatta
uğramam! Neyse, yine bin bir türlü lanetler okuyarak Lexington Caddesi
üzerindeki trene doğru ilerledim. Tabi ilerlerken önüme gelen ilk Duane Reade’e uğrayıp bir bira almayı ihmal etmedim. 24
saat açık eczane/market mantığı, en sevdiğim! Burada sevip sayıp aldığım
bira muhtemelen Budlight, ardından da Boston menşeili Samuel Adams olur.
Seçeneklerimin arasında ikisi de vardı ve ben ikisine de kıyamayarak aldım.
Allahım ben neden 18’mişim gibi gösteriyorum??? Kasadaki siyahi kadın yine
kimliğimi sordu “Can I see your idcard ma’m?” Sevinsem mi üzülsem mi
bilemiyorum ama bu iş cidden canımı sıkmaya başladı. Neyse kimliğimi gösterince
biraları poşete koyan siyahi kadına bıyık altı gülümsememi atarak kasadan
ayrıldım. Kahretsin, 5inci treni almam için hala daha 1 büyük cadde yürümem
gerekiyordu. Sevmiyorum seni Upper East Side, keşke ölsen:) Şaka bir yana, koskoca
Manhattan şehrinin batı kısmından 3 hat geçerken doğu kısmından sadece tek hat
geçiyor. Sabah ve akşamları oluşan kalabalığı siz düşünün, bizim metrobüsler
yanında solda sıfır kalır :) gibi düşünceler içerisinde nihayetinde Manhattan’ın o tozlu ve fareli tren
istasyonuna ulaştım. Saat neredeyse gece 12 olduğu için tren seferleri
seyrekleşmiş, benim alacağım tren 20 dakika sonra ancak gelecekti. Evet, Upper
East Side’a küfür etmek için yine güzel bir sebep bulmuştum kendime. Tövbe
billah daha da gelmem Tuğçe’ye, o bana gelsin.. Benim evim gibisi var mı yahu!
Apartmanımın altında en az 3 adet bar var, etrafını saymıyorum bile. Hem
arkadaşlarım da çok kafa, biri Alman, diğeri Yahudi bir de ben Türk... ne kadar
ironik değil mi? Ama biz geçmişe inat gül gibi yaşıyorduk işte. 6ıncı treni
alıp her durakta duracağıma, 20 dakika bekler en ekspresinden 5’i alır evime
giderim diye kendimle hem fikir olarak beklemeye başladım. Beklerken de aklıma
Tuğçe’yle nasıl tanıştığımız hikayesi geldi, cidden komikti... Halloween
zamanıydı çok iyi hatırlıyorum, New York’a daha yeni ayak basmıştım. Times
Square’deki H&M mağazasında kuyrukta bekliyordum ve ardımda aynı şu
konuşmaya kulak misafiri oldum
-
Yaa ben
makyajımı nasıl yapıcam peki?
-
Gir
şuradaki kabine, yap işte makyajını nolcak ki?
-
Yahu olur
mu halloween makyajı bu en az yarım saat sürer...
Şimdi konuya dahil olsam mı
olmasam mı bilemedim.. ama en az 2 aydır kendi toprağımdan biriyle muhattap
olmadığımı düşününce kendimi tutamadım tabi. Her ne kadar “amaaaan ben dil
öğrenmeye geldim Türklerle mi muhattap olucam yeaa!” desen de olmuyor. Bir
yerde tıkanıyorsun, derdini tam anlatamıyorsun el aleme.... Kafan güzel oluyor,
espri yapmak istiyorsun ama etrafına bir bakıyorsun kimse yok! Elin Amerikalısı
mı anlayacak senin esprini, ya da Brezilyalısı mı, veyahut bilimum milleti
mi... Yok anlamıyorlar, anlatamıyorsun derdini...... En iyisi ben arkamı
döneyim de konuya bir el atayım dedim. (Bu arada arkamda ne gibi bir tiplerle
karşılaşacağım hakkında en ufak bilgi kırıntısı dahi yok aklımda.)
-
Yaw gir yap makyajını işte, ha yarım saat
durmuşsun ha 2 saat kimin umrunda! Belki Elizabethlere uğradın? Kim ne yapacak
yani?????
diyerek kendimin ne kadar patavatsız olduğuna bir daha
kanaat getirerek karşımda dehşet içinde duran iki göze ben de aynı şekilde
bakıyordum.... Elizabeth ne laaaa! Bir süre sessiz bir biçimde adeta tüm mağaza
bizi duymuşçasına kala kaldık... derken 3 kişi aynı anda avazımız çıktığı kadar
kahkahaya boğulduk. İşte Tuğçe’yle de tanışmamız bu şekilde oldu. Bir daha da
birbirimizi bırakmadık. Sen ne alaka git dünyanın diğer ucunda kasada dururken
biriyle tanış ve o senin en güvendiğin insanlardan biri olsun?????? Cidden bu
dünya çok enteresan bir yer! Diye anılar aklımı meşgul ederken, o tren istasyonunun
gümbür gümbür çağlayan sesiyle kendime geldim. Ya ben ternlerine çok
lanet ediyorum bu şehrin ama cidden ayrı bir sempatim de yok değil hani:) Neyse, önüme gelen ilk
vagona bindim ama anlam veremediğim bir tuhaflık vardı içeride. Bütün vagonlar
neredeyse kalabalık, ama bu vagonda ancak 3-5 kişi vardı ve onlarda paltolarıyla
ağızlarını kapıyorlardı. Ne olduğuna henüz anlam veremeden kapılar kapandı. Evet,
bir tuhaflık vardı ama ne? Dememe kalmadan burnuma ağır bir koku geldi,
neredeyse kusacak gibi oldum.... bu öyle bir koku ki, anlatsam anlayamazsınız! Hani
eminim leş kokusundan daha beter. Soluma döndüm bir baktım ikili kısımda bir
evsiz kadın yatıyor. Başımdan aşağı adeta kaynar sular döküldü o an, çünkü en az 30
sokak bu vagonda seyahat etmek zorundaydım. Kadın öyle ki, kat ve kat giyinmiş
abartmıyorum ayağında üst üste giydiği en az 30 çorap vardı! Bu acı duruma daha
fazla kayıtsız kalamayarak ben de atkımı ağzıma götürdüm. Neyse ki mevsim kıştı
ve kokuyu en az şekilde duyabilmem için yanımda bir nesne bulunuyordu...
atkımın New York için ne kadar kutsal bir şey olduğunu düşünerek minimum
düzeyde nefes almaya başladım. Hani bir savaş durumunda zorda kalsam ve nefes
alamayacak olsam kesin kurtulurdum! Çünkü artık nefesimi terbiye etmiştim....
Fakat saniyeler adeta saat gibi geçiyordu ve ineceğim Astor Place’e en az
50 sokak vardı. Sabır Fulya dedim, sabır....
Not: Eğer yolunu bir gün New York’a düşerse ve metro
kullanırsanız... ve bu metroda vagonlardan biri ıssızsa bilin ki orda bir evsiz
kendine yer yapmıştır. Hiç bir güç de onu oradan çıkaramaz! Aşağılayamaz! Hor göremez!
Ama siz siz olun böyle bir durumu fark ederseniz derhal o vagondan uzaklaşın...
To be continued....